ads

7 Ekim 2011 Cuma

Türklerin yayılma siyasetinin sebebi - Yayılma siaysetinin özellikleri

Geçtiğimiz asrın en önemli hâdiselerinden birini, bizzat uygulayıcıları tarafından insanlık tarihinde ilk defa denendiği ve yansımalarıyla bir dönüm noktası olacağı iddia edilen komünist Sovyet idaresinin 1917 yılındaki kuruluşu ve 74 senelik bir iktidar devrini müteâkip yıkılışı teşkil etmiştir. Bugün Sovyetler Birliği’ne daha tarafsız bir şekilde baktığımızda ulaştığımız sonuç, esasen komünist Sovyet idarecilerinin Çarlık Rusyası’nın asilzâdelerinden pek de fazla bir farkının olmadığı, aksine, Çarlık ile Sovyet idareleri arasında büyük benzerlikler bulunduğu şeklindedir. Sovyet idaresini ve tasarruflarını anlamak demek, önce Çarlık devrini idrâk etmek demektir. Dolayısıyla, 1991 yılında bağımsızlıklarına kavuşan Türk cumhuriyetlerinin geleceğine yönelik öngörülerde bulunabilmek için bu tür bir tarihsel sürekliliği çıkış noktası yapmak büyük ehemmiyet arz etmektedir.

Kazan Hanlığı’nın düşmesiyle (1552) Türk dünyasında acı ve özlem dolu bir devir başlattığına inandığımız kuzeydeki Türk illerinin Rusya tarafından ilhâkı, bu cildin üzerinde durduğu en önemli konuyu teşkil etmiştir. I. (Deli) Petro tarafından Azak Kalesi’nin zaptıyla (1699) Kırım’da da duyulmaya başlayan Rus ayak sesleri, II. Katherina devrinde önce Kırım’ın Anadolu Türkleriyle bağlarının koparılması ve kısa bir zaman sonra da Rusya tarafından ilhâkı (1783) neticesinde, başka Türk diyarlarında da yankılanmaya başlamıştır. İdil-Ural bölgesi ve Kırım Türklerinin acıları vatanlarını kaybetmekle son bulmamış; Rus tahakkümü altında geçirdikleri beş asırlık süre boyunca asimilasyon, mecburî göç, dinî ve kültürel baskı gibi farklı boyutlara sahip plânlı bir Çarlık siyasetine maruz bırakılmışlardır. Söz konusu halklar zaman zaman Çarlık idaresine ve zulmüne isyan etmişler; ancak çaresizliğin ateşlediği bu gibi hareketleri, Çarlık idaresinin baskılarını her defasında katmerleştirmiştir.

1801 yılında Gürcistan’ın Çarlık Rusyası’nın hâkimiyeti altına girmesiyle Kafkasya’da görülen Rus askerî kuvveti, XIX. asrın ilk yarısında önce Güney Kafkasya’daki Azerbaycan hanlıklarını ele geçirmiş; sonra da günümüzde dahi son bulmadığına şahit olduğumuz Kuzey Kafkasya’nın Türk ve Müslüman halklarıyla çetin bir mücadeleye tutuşmuştur. Bu asır boyunca fasılalarla devam eden Rus yayılmasına karşı bölge halklarının verdikleri mücadelenin asıl kaynağını, farklı dil ve milliyetlerine rağmen kendilerini ortak bir çatı altında buluşturan Müslüman kimlikleri teşkil etmiştir. Dolayısıyla, bağımsızlık mücadelelerinde tasavvuf ve tarikatların rolü büyük olmuştur.

Rusya, Kırım Savaşı’nı (1853-1856) müteâkip kabullenmek zorunda kaldığı ağır şartlar neticesinde kırılan ulusal gururunu yeni bir bölgede, Türkistan’da tamir etmeye yönlenmiş ve XIX. Asrın ikinci yarısı itibariyle yeni bir yayılma siyaseti başlatmıştır. Kısa bir zaman içerisinde Türkistan’ın üç Türk hanlığı Buhara, Hive ve Hokand düşmüş ve Türk halkları doğrudan ya da sözde muhtariyetlerle Rus boyunduruğu altında yaşamaya başlamışlardır. Bu durumun tezahürleri sadece Türk dünyası üzerinde görülmemiş; günümüz yazınında “Büyük Oyun” olarak adlandırılan ve XIX. Asrın sonu ile XX. Asrın başında Batı diplomasi tarihinde derin etkilerini gördüğümüz Rus-İngiliz rekabetinin de fitilini ateşlemiştir.

Türkistan’ın kaderini etkileyen bir başka önemli hadise, Ch’ing Çini devrinde temelleri atılan Doğu Türkistan’daki Çin yayılmacılığıdır. Mehmet Emin Buğra ve İsa Yusuf Alptekin gibi önder isimler değişse de, Doğu Türkistan Türklerinin Çin boyunduruğuna karşı vermekte oldukları mücadele hâlen devam etmektedir.

Öte yandan, Müslüman halkların hızla Batı âleminin boyunduruğuna düşmeleri, İslam dünyasında XIX. asır sonu itibariyle bir özeleştiri başlatılmasına vesile olmuş ve bu hadisenin sebeplerinin en yoğun tartışıldığı yerlerden birini de Çarlık Rusyası’nın hâkimiyeti altındaki Türk illeri teşkil etmiştir. İlk olarak Kazan Tatar âlimleri tarafından başlatılan bu aydınlanma arayışı İsmail Bey Gaspıralı ile zirveye ulaşmış ve etkileri günümüzde dahi tartışılan Cedidçilik hareketini ortaya çıkarmıştır. Yansımalarını en fazla eğitimde gördüğümüz Cedidçilik hareketi, Rusya Türk ve Müslümanları arasında millî bilincin oluşumunu hızlandırmış ve Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde pan milliyetçi ve ayrılıkçı akımların bu halklar arasında yayılmasını teşvik etmiştir. Nitekim Aralık 1917’de Finlilerin bağımsızlık ilanlarını takiben çözülmeye başlayan Rus imparatorluğundaki Türk halkları da kâh Osmanlı’nın doğrudan desteği kâh kendi inisiyatifleri neticesinde ayrılmışlar ve millî hükûmetlerini kurmuşlardır.

Bolşevik darbesiyle birlikte Rusya’nın ideolojik meşruiyeti değişse de Rus olmayan halklara yönelik usûl ve tavrında pek fazla farklılıklara rastlanmamaktadır. Nitekim bir zamanlar self-determinasyon sloganıyla hareket eden Lenin önderliğindeki Bolşevikler, iktidarlarını pekiştirmelerini müteâkip bütün enerji ve çabalarını Rus kontrolünden çıkan bölgelere sevketmişler ve buralarda kurulu millî hükûmetleri bertaraf ederek Sovyet/Rus idaresini yeniden kurmuşlardır. Basmacılar gibi Rus tahakkümünü yeniden kabule direnen millî hareketler ise hızla bastırılmıştır. Ancak, bu millî hükûmetlerin hâtırası, Sovyet idaresinin boyunduruğu altında yaşamaya mahkûm olan Müslüman ve Türk halkların hafızasında hiçbir zaman yok olmamış; hattâ 1991 yılındaki bağımsızlıklarından sonra kendilerine önemli bir referans noktası sunmuştur.

Zaman içerisinde değişen en önemli husus, Sovyet idaresinin nihaî çözümlere yönelmesidir. Özünde Nikolay İl’minskiy gibi Çarlık Rusyası düşünürlerinden ilham alan Sovyet Milliyetler Siyaseti’nin uygulayıcıları, Türk halkları arasındaki birliği kırmanın yegâne yolunun ortak dili kaldırmakdan ve toprak esasına dayalı yeni uluslar yaratmakdan geçtiğini fark ederek bütün enerjilerini bu amaca yöneltmişlerdir. Millî kimlik ve bilinçlerini unutmayı hâlâ kabullenmemekte direnen halkların kaderi ise, 1943-44 yıllarındaki bir insanlık trajedisi olarak nitelendirebileceğimiz sürgünler olmuştur. Unutulmamalıdır ki, bu sürgünün mağdurlarından Kırım Tatarlarının ve Ahıska Türklerinin çilesi daha hâlâ son bulmamıştır.

Her dikta rejiminin en önemli özelliği, toplumdaki çoğulcu yapıyı hızla bertaraf ederek tek sesliliği hâkim kılmaktır. Sovyet idarecileri de iktidarlarını pekiştirdiklerine inandıkları vakit hemen bu arayışa yönelmişler; Lenin döneminde tek tük yaşanan bu gibi olayları Stalin idaresinde sistemli bir devlet politikası hâline dönüştürülmüştür. 1917 yılını müteâkip toplumlarına ulusal kurtuluş mücadelelerinde liderlik etmiş önemli isimler, kısa bir zaman sonra Bolşevik Rusya’yı terk etmekten başka çarelerinin kalmadığını müşahade ederek mücadelelerine yurtdışında, özellikle de kardeş ülke Türkiye’de devam etmişler; kalanlar ise ya katledilmiş ya da Sibirya’daki toplama kamplarında çilelerle dolu bir hayatın mağduru olmuşlardır. Sovyet idaresinin tahammülsüzlüğü o kadar vahimdir ki, halklarının haklarını müdafaa etmek isteyen Sultan-Galiyev gibi komünist isimler dahi bu acımasızlığın kurbanı olmuşlardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ads2