ads

8 Ekim 2011 Cumartesi

Demoratikleşmenin İlk Hedefleri - Demoratikleşmenin amaçları

Prof. Dr. Bülent TANÖR

Türkiye'de demokratikleşme programında atılması gerekli ve mümkün ilk adımlar neler olabilir? Bu yazının konusu bu soruların cevaplarının araştırılmasına yöneliktir. Hemen düzeltilmesi ya da açıklanması gereken iki husus var: Yukarıdaki sorular Türkiye'nin demokrasiden hiç nasibini almamış otoriter bir rejim altında olduğu, yapılacak her şeyin "demokratikleşmenin ilk adımı" olacağı şeklinde bir yanlış düşünceye yer vermemelidir. Birinci nokta budur.
Türkiye'de demokratikleşme programında atılması gerekli ve mümkün ilk adımlar neler olabilir? Bu yazının konusu bu soruların cevaplarının araştırılmasına yöneliktir.
Hemen düzeltilmesi ya da açıklanması gereken iki husus var: Yukarıdaki sorular Türkiye'nin demokrasiden hiç nasibini almamış otoriter bir rejim altında olduğu, yapılacak her şeyin "demokratikleşmenin ilk adımı" olacağı şeklinde bir yanlış düşünceye yer vermemelidir. Birinci nokta budur. İkinci husus da, bu türden sorulara verilecek cevapların kişiden kişiye değişmesi olasılığının yüksekliğidir. Dolayısıyla bu yazıda önerilecek olanlar bir "hazır reçete" anlamına gelmez.
Yine yukarıdaki formülasyonlar açısından iki kavramın altını çizmek ve bunları açıklamakta yarar vardır: Gerekli ve mümkün. Bunlarla kastedilen şudur: Gerçekleştirilmesi önerilecek değişikliklerin hem önemli etkiler yaratacak türden olmaları, hem de bugünkü koşullarda (bile) hayata geçirilebilmelerinin imkansız olmaması.
Bu fikri şöyle de ifade etmek mümkün olabilir: Hangi değişiklikler hem düşük maliyetlidir, hem de bunun tersine büyük bir "getiri" vaad etmektedir? Yalnız Türkiye'nin ve ülke insanlarının huzuru bakımından değil, aynı zamanda uluslararası alandaki yalnızlaşma tehlikesini gidermek bakımından.
Burada sunulan kalemler aslında daha önce hazırlamış olduğum Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri (TÜSİAD, 1997) ve bunu iki yıl sonra güncelleştiren bir çalışmadan hareketle düzenlenmiştir. Bu yeni çalışmanın Haziran ayı içinde kamuya açıklanması söz konusu olabilir.
Yeni TBMM'nin toplandığı ve yeni hükümetin oluşturulması aşamalarına girildiği günlerde, böyle somut araştırma ve öneri paketlerinin yararlı olması umulur. Meclis çoğunluklarının bu türden aranışlara dikkat göstermeye hazır olup olmadığı sorusu ise bizi çok da işgal etmemelidir.
Yukarıda anılan raporun sistematiğini izleyerek burada (şimdilik) oniki noktaya işaret etmekte yarar görüyorum. Kısa notlar halinde bunların gerekçeleri de sunulmuştur.
1- Parti içi demokrasiye hizmet bakımından belli oranda önseçim zorunluluğu getiren yasa değişikliğine ihtiyaç vardır. Özellikle son genel seçimlerde bunun gerekliliği daha da iyi anlaşılmış olmalıdır. Nitekim bu yoldaki taleplerde bir canlanma vardı. Bu zorunlu önseçim uygulamasının delegelerle değil, partinin bütün üyeleriyle yapılması gereği de unutulmamalıdır. Parti içi demokrasi konusunda hukukun payına düşen çok fazla gayret yoktur. Bu daha çok bir demokratik eğitim ve kültür işidir. Bu nedenle, hukukta zorlamalarla bu hedefe ulaşılamaz. Yasa değişiklikleri yoluyla elde edilebilecek nispi yararlardan birisi, yukarıda işaret edilen alandadır.
2- Azınlık yaratılmasının önlenmesi başlıklı Siyasi Partiler Kanunu md.81 hükmü kaldırılmalıdır. Bir kere maddenin kendi başlığı mantık dışıdır. Üstelik bu maddeyle ülkedeki dil ve kültür çeşitliliği olgusuna partilerin eğilmesi yasaklanmakta, en demokratik kültürel haklar sıkıntıya sokulmaktadır. Burada aslında bir "kültür soykırımı" ruhu vardır. Hiç de şiddet yanlısı ve ayrılıkçı olmadıkları halde pek çok siyasal parti 1970'li yıllardan bu yana sırf bu maddeye ve bunun eski yasadaki karşılığı olan maddeye dayanılarak kapatılabilmiştir. Son olarak Anayasa Mahkemesi'nin Demokratik Kitle Partisi'nin kapatılmasına da bir tek oy farkıyla karar verdiği, dayandığı gerekçelerden birinin de bu madde hükmü olduğu anlaşılmaktadır. Şerafettin Elçi'nin başkanlık ettiği bu partinin kapatılması, ülke siyasal ve partisel sisteminin demokratik ve barışçı girişimlere ne kadar kapalı olduğunun bir kanıtıdır. Böyle bir durum herhalde ancak terör ve ayrılık yanlılarının arzu edeceği bir tablodur. İlgili yasanın diğer maddeleri ayrılıkçı ya da devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü aleyhine davranışları, kapatma yaptırımına bağlayan çok sayıda hüküm barındırdığından, md. 81'in kaldırılmasının en küçük bir sakıncası yoktur. Mevzuatta bu hükmün kaldırılmasından dolayı bir boşluk doğacak değildir. Boşluk şu anda vardır ve bu durumun vahametini idrak ve bunu giderecek cesaret konusundadır.
3- Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yerinin korunmasına ilişkin Siyasi Partiler Kanunu md.89 hükmü kaldırılmalıdır. Bu noktada sistematik bir yanlış anlama vardır. Talep edilen değişiklik, DİB'in devlet aygıtı dışına çıkarılması ve din işlerinin cemaatlere verilmesi değil, bunu programlarına alan ama laiklik konusunda herhangi bir şüpheli durumları olmayan partilerin, sırf bu sebepten dolayı kapatılmalarının önüne geçilmesidir. Buna benzer olaylar yaşanmış ve laiklik içinde bir seçenek arayan partiler sırf bu maddeye muhalefetten kapatılabilmiştir. Oysa, DİB'in mevcut statüsü (Anayasa md.136), laikliğin tek modeli değildir ve olamaz. Bu model bugün de hâlâ gerekli ve yararlı olabilir. Ancak, laikliğe bağlılık koşulları içinde başka örgütlenme seçenekleri sunan partilere de sistemin duvar çekmemesi demokrasinin bir gereğidir. Anayasa ve yasada laikliği koruyucu pek çok ve gerekli hüküm varken, bu maddenin saklı tutulmasında ısrar etmek de gereksiz bir korku belirtisidir. Yapılması gereken, bu hükmün cesaretle kaldırılmasından başka bir şey değildir.
4- İşbirliği ve ittifak yasakları kaldırılmalı, belediye başkanı seçimleri iki turlu olmalıdır. Son seçime giden partilerin ve cumhurbaşkanının bu yoldaki dilekleri henüz çok tazedir. İşbirliği ve ittifak yasakları anlamsızdır. Ulusal baraj yüzünden son seçimlerde 6 milyon civarında oy, değerlendirme dışı kalmıştır. Ulusal barajın düşürülmesi, eğer bu mümkün olmuyorsa ya da bununla birlikte ittifak ve işbirliği yasaklarının da kaldırılması milli iradenin temsiline hizmet demek olacaktır. Belediye başkanları seçimlerinin hâlâ iki turlu hale getirilememiş olmasının sakıncaları, son seçimlerde daha da iyi anlaşılmış olmalıdır. Belediye başkanlarının o çevre seçmenlerinin yarısından çok düşük sayılarla göreve gelebilmelerinin, seçmen iradesi ve demokrasi açısından ifade ettiği anlam son derece olumsuzdur. Bu konuda işlenen bir hata, ulusal genel seçimler için ve belediye başkanlığı seçimleri için, birlikte iki turlu sistemde ısrar edilmiş olmasındandır. Öyle anlaşılıyor ki, belli başlı partilerin önemli bir kısmı, milletvekili seçimlerinde iki turlu sisteme aslında gönülden yatkın değillerdir. Fakat aynı şey belediye başkanlarının seçimi için söylenemez. Bu iki seçim birbirinden ayrı düşünülmeli ve kişi-organ seçimi demek olan belediye başkanı, iki turlu usulle seçilmelidir.
5- Yasama dokunulmazlığının sınırlanması şarttır. Bu konuda bir anayasa değişikliği önerisi zaten geçen dönemde yapılmış, ancak sonuca ulaşamamıştı. Yasama dokunulmazlığının suç işleme ayrıcalığı ya da suç işlemiş olanların aradığı bir zırh olmaktan çıkarılması gerekmektedir. Başka ülkelerde de olduğu gibi bu kurumun koruma alanı daraltılmalı, milletvekillerinin suçlanmasına ve yargılanmasına engel olmamalıdır. Buna paralel olarak, yasama sorumsuzluğu denen ve meclis üyelerinin düşünce ve oylarından dolayı kınanmamalarını öngören kurumla ilgili olarak 1982 Anayasasının getirmiş olduğu istisna kaldırılmalı, yasama sorumsuzluğu mutlak hale getirilmelidir.
6- Üniversite yöneticileri seçimle belirlenmelidir. 1946'dan beri üniversitelerimizin sahip olduğu bir hak 1980 askeri rejimiyle geri alınmıştır. Özerk üniversite mücadelesinin temellerinden biri, belki de birincisi bu noktadadır. Kendi yöneticilerini seçmekten aciz bir üniversitenin hiçbir konuda özerk ve hatta bilimsel açıdan bile özerk olamayacağı meydandadır.
7- Ölüm cezalarının sadece savaş zamanına hasredilmesi uygun olacaktır. Türkiye zaten 1984'ten beri ölüm cezalarının infazına sahne değildir. Başka ülkelerde de ölüm cezaları kaldırılmadan önce bu türden "uyku" dönemleri yaşanmıştır. Türkiye için de artık işin adının konması zamanı gelmiş sayılır. Unutmamak gerekir ki, uzun süreli ağır hapis ya da ömür boyu hapis cezaları, ölüm cezasından çok daha hafif yaptırımlar değildir. Yeter ki, popülist davranışlar ve af kanunları enflasyonu ile cezaların yerine getirilmesi engellenmesin.
8- CMUK değişikliğiyle sağlanan güvenceler DGM sanıklarına da teşmil edilmelidir. Ceza yargılanmasında adalet ve sanık hakları, yargılanılan mahkemeye göre değişmemelidir. CMUK 1992 değişikliklerinin pratikteki yararlarının daha somutlaşması için, DGM'lerin yargı alanına giren zanlıların da bunlardan yararlanmaları gerekir.
9- Demokrasinin özgür düşünebilen bireylerle varolabileceği gözönüne alınarak, orta öğretimdeki zorunlu din öğretimine son verilmeli, İmam Hatip Liselerine kız öğrenci alınmamalı, sadece imam ve hatip hizmetlileri yetiştirmek için işlev görmeli ve sayıları da bunu karşılayacak ölçüyü aşmamalıdır.
10- Düşüncenin suç olmaktan çıkarılması için Terörle Mücadele Kanunu md.8 hükmü kaldırılmalı, TCK md.312 hükmü de yeniden yazılmalıdır. Terörle Mücadele Kanununda ve ceza mevzuatımızda şiddet ya da terörü kışkırtan ifadelerle ilgili yeteri kadar yaptırım hükmü varken, md.8 hükmüne gerek yoktur; bunun kaldırılmasından korkulması da yersizdir. Bu madde hem içeriği hem de uygulanışı itibariyle aydınları cezalandıran tipik bir "düşünce suçu" hükmü durumundadır. TCK 312 ile ilgili bazı mahkumiyet kararlarının da hukukçu kamuoyunda tatmin edici bulunmadığı bilinmektedir. Bunun giderilmesi için bu maddenin birinci fıkrasının kaldırılması, ikinci fıkranın da fikir suçu uygulamasına izin vermeyecek şekilde yeniden düzenlenmesi yerinde olacaktır.
11- Toplantı ve gösteri yürüyüşleri ile ilgili erteleme yetkileri daraltılmalı, örneğin 24 saat ya da 48 saat gibi sınırlarla yeniden düzenlenmelidir.
12- Hukuk devleti, yargı denetimi ve mahkemelerin bağımsızlığı konusunda ilk adımlar olarak:
a) Yüksek Askeri Şûra, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararları ile olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerine karşı yargı yolu açılmalı,
b) 12 Eylül işlemlerine karşı anayasa yargısı yolunu kapatan Anayasa geçici md.15/3 hükmü kaldırılmalı,
c) Memurin Muhakematı Kanunu Muvakkati yürürlükten kaldırılmalı,
d) Yargıçların ve savcıların güvenceleri konusunda 1961 Anayasası dönemindeki sisteme geri dönülmelidir.

Haziran 1999

Osmanlıda Milliyetçilik Hareketleri - Osmanlının Bölünmesi

2. Mahmut, adli unvanını taşımasına rağmen tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri fiiliyle de tanınır. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz gerekli olan fakat çok şedit, çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır. İkincisi bu ocağın lağvı sırasında büyük bir iftira mekanizması işlemiş ve Şanizade gibi çok önemli bilgin ve tarihçiler bile bu furyanın içinde eriyip gitmişlerdir ama hiç şüphesiz o, Osmanlı tarihinin Büyük Petrosu’dur. Hiç acımasız, hiç tereddütsüz yürüttüğü inkılaplarla Türkiye İmparatorluğu’nu yeni bir döneme götürdüğü açıktır.


Bir konunun üzerinde duralım. Bu şiddetli yeniçeri düşmanlığı sırasında bazı konularda affedilmeyen hatalar da yapmış mıydı? Mesela, Mehter’i de ortadan kaldırmıştı.Musikiden anlayan bir padişahtı ve bu musikinin bu asra hitap etmeyeceğini söyledi ama 1908’de başka inkılapçılar, ordunun geleneğe ve morale de ihtiyacı olduğunu ileri sürerek Mehter’i yeniden ihya ettiler. Bu 2.Meşrutiye devrine ait bir olaydır. 2.Mahmut, uzun bir yönetim sergiledi o devir için. Parçalanma halindeki bir imparatorlukta merkezi otoriteyi tesis etti ve acımasız bir politikayla bunu gerçekleştirdi. Bazı yönleri üzerindeyse çok az duruyoruz. Bugün İstanbul’da , Anadolu ve Rumeli’deki birçok kiliselerin önünde, eğer zamanın tahribatına ve insanların ihmaline ve antikacıların hırsızlığına maruz kalmadıysa, hemen hemen her kilise önünde bir 2.Mahmut çeşmesi bulunur. Demek ki o, bir imparatorluğun muhtelif dinlerden ve dillerden oluşan bir tebaanın başında olduğunun şuurundadır. Bunun çeştli örneklerini görürüz.

19.yy’a geldiğimiz zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun artık eski dünyası yoktu. Bu eski dünyada insanlar dillerine ve dinlerine göre kompartmanlarda yaşarlardı yani bir Rum ortodoksun, bir Ermeni ortodoksun -Gregoryen deniyor- , bir Ermeni katoliğin, bir Süryaninin, bir Yahudinin yükselmesi ve yaşaması kendi cemaatinin, kendi ruhani yahut dini liderlerinin etkisi altında görülürdü. O kompartmanın içinde devlet memuru olurdu,dışişlerini yürüten Fenerli Rumlar gibi, o kompartmanın içinden çıkar sarraflık yapardı. O kompartmanın içinden çıkar, Ermeniler gibi mimar başı olabilir, barutçubaşı olabilir, darphane nazırı emini olabilirdi ama hiçbir zaman birisinin kendi yaşadığı dini kompartman içinde ruhani liderlere, milletin başındakilere itaatsizliği veya ayrı akımları çekmesi hoş karşılanmazdı. Oysa 18.yy’ın dünyasına gelindiği zaman durum değişmeye başladı. Bir kere Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan bu kompartmanların içinde herkesin dil beraberliği yoktu. Din beraberliğinin yetmez olduğu görüldü. Bulgar milliyetçiliği uyanmaya başladı. Hem de laik unsurlar değil, bizati din adamları tarafından. Aynaroz’daki sayısız manastırın içinde Bulgar keşişlerin yaşadığı Hilander Manastırı’nda Paissij adlı bir keşiş, Slavyen Bulgar tarihini kaleme aldı ve eserine şöyle başlıyordu: Ey Bulgar! Kendi dilini, tarihini bil. Arkasından Sofroniy Vraçansky çıktı. Sofroniy Vraçansky’nin söyledikleri biryana, 19.asırda eğitimi dolayısıyla kendisini Helen sayan Aprilov diye bir tüccar, Odessa ve Ukrayna’daki iş hayatı boyunca tanıdığı Benelin gibi bir tarihçi sayesinde Slavlık bilincine ulaştı ve döndüğü vakit Bulgaristan’da milli okulları açmaya başladı.

Kısa zamanda Bulgar maarifi, içtimai hayata öğretmenlerin yanında, muallimlerin yanında, mullime hanımı da getirdi. Bulgaristan’ın milli uyanışı da böylelikle arttı. Bu, ileride Türk unsurun, ittihatçıların da hayranlığını çekecek bir gelişmeydi aslında. Tabii ki, Slavlık üzerindeki bilinç bazılarının zannettiği gibi öyle Fransız İhtilali’nin etkisiyle değildir. İmparatorluğun içindeki unsurlar bazen aynı dini kompartmana, ruhani liderlere sahip olsalar da etnik yapıları dolayısıyla çatışmaya girerler. Sırplar, Sırbistan, ortodoks dünyanın içindeki bu çatışmanın ilk alevlendiği yerdir.

Sokullu Mehmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük sadrazamı ve hiç şüphe yok ki Müslüman Türk kültürünü benimsemiş bir devlet adamı ve asker, en uzun süreli sadrazam bir Sırp ruhban ailesinden geliyordu. Sadareti sırasında kardeşini yeni kurduğu Sırp Pec Patrikliği’nin başına geçirdi. Bu ruhani bir gayret değildir. Bir yerde Rum-Ortodoks kilisesinin parçalanmasıyla ilgili bir ameliyedir. Tabii kendisinden sonra bu patriklik çok yaşamadı ama Sırpların da Helen unsurlarla birarada bulunmayacağı anlaşılmıştır. Nitekim, Sırp ayaklanmasından ve kimi özerklikten, otonomiden sonra, Sırbistan kilisesi ayrı bir patriklik olarak ortaya çıktı. Bunu belki Fener, çok uzun zaman tanımamakta ısrar etti ama bir vaka ki artık otosefal bir sırp kilisesi vardı. Sırp milliyetçiliği, kilisede Yunanca duaya ve okulda Yunanca eğitime tahammül edemezdi. Bu Karadzic gibi önemli bir maarif uzmanı, bir öğretmen: “Düşündüğünüz gibi yazınız” sloganıyla halk dilini, halk Sırpçasını hayata geçirdi. O kadar da değil, Rusya ile olan yakın ilişkiler Sırpların diline aynı zamanda yeni Rusça kelimelerin de kazandırılmasına neden olmuştur.

Şurası bir gerçektir; Osmanlı İmparatorluğu’nda Fener dediğimiz, Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin nüfuzunu tehdit eden bir unsur vardır. Bizzat Moskova’daki Rusya Patrikliği. 15.asırda Rus başpiskoposları patrik ünvanını aldılar ve Rusya bundan sonra Balkan Slavları ve Balkan kiliseleri üzerinde çok önemli bir etkide bulunmaya başladı: Dil ve eğitim. Bu gittikçe gelişen bir Balkan milliyetçiliğini yaratacaktır. Peki bu milliyetçiliğin tek müsebbibi dili yakın,dini bir olan Ruslar mıdır?

Şaşılacak başka yönler de vardır. Dininin bunlarla bir alakası yok, dilinin de yok çünkü Roma Katolik Kilisesi’nin sürükleyici gücü var. Bahsettiğimiz Avusturya. Avusturya’nın üniversiteleri, Viyana gibi metropoller ve hatta Macaristan kısmındaki Peşte gibi Erdel gibi yerlerdeki şehirler Slav milletinin, Slav milletlerin kültürel gelişmelerinin merkezi haline geldiler. Sadece Slavların mı, bizzat Osmanlı İmparatorluğu’nda, Haçlı Seferlerinden beri var olan ve çoğunluğu teşkil eden Gregoryen Ortodoks Ermenilerle çatışma içinde olan Roma’ya tabii ayrı bir kilise kuran katolikler için de bu söz konusudur. Katolik Ermenilerin içinden Mihitar adlı bir rahibin kurduğu Mihitarist tarikatı mensupları, Ermeni kültürünü enternasyonalize ettiler. Önce Venedik’te, sonra Viyana’da, giderek Avrupa’daki mühim merkezlerde seminer, kütüphane ve matbaalar kurdular. Matbaalarda sadece Ermenice incil, Ermenice eserler basılıyor değildi. Hatta ve hatta Arapça ve tabi ki Türkçe eserler de basılıyordu. Bir yerde Türk alfabesini ilk defa hayata geçirenler de bunlar olmuştur. Yaptıkları sadece Roma papasının doğrultusundaki dini yorumlar, Katolisizm değildi. Doğrudan doğruya Ermeni milli tarihini, Ermeni dilini, Ermeni uyanışını temsil ettiler. Demek ki kilise, ortodokslar arasında olduğu gibi katolik tebaa arasında da rolünü oynamaya başlamıştı. Bu iş en geç kimler tarafından takip edildi?

Tabii ki Türkler ve imparatorluğun Yahudileri. Araplar dahi yine aynı kanalla, Lübnan’daki Maruniler ve Filistin ve Lübnan’daki Melkit dediğimiz katolik inançtaki Araplar tarafından batıyla bağlarını kurmuşlardır. Matbaalar dışarıdaydı. Gelen sadece incil ve dua kitapları dini yorumlara hasmetinden değildir. Pekala Arap tarihiyle, Arap medeniyetiyle ilgili eserler de çıkıyordu. Arabistan’ın hristiyanları, menşeileri, dilleri ve medeniyetleri bakımından Müslüman kardeşleriyle derin bir çatışma içinde değillerdi. Arap tarihinin ne olduğunu, İslam devrindeki Arap fütühatını, İslamiyet’in Arapça yorumunu yapanlar Georgi Zeydan, Butrus gibi önemli hristiyan münevverlerdir. Bunlar yeni bir ekol kurmuşlardır. Beyrut, İskenderiye ve Filistin gibi merkezlerde ortaya çıkmışlardır. 19.yy’da Paris menşeili “Alliance Israel” okulları gelene kadar ve tabi imparatorluk facia ile Rumeli’deki topraklarını kaybedene kadar Türk münevverlerin içinde ne hristiyan Arap tarihçi ne Georgi Zeydan bulunmaz. Ancak ondan sonradır ki, Türklüğün tarihi, Türk edebiyatı, Türk coğrafyası üzerinde yarı ciddi, yarı polemik dolu eserler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu son derece önemli bir gelişmedir. Bunun üzerinde durmalıyız.

Şüphesiz ki bir imparatorluğu yöneten ana unsurun milliyetçi parçalanmanın başını çekmesi beklenemez. O sadece, o devleti,o coğrafyayı muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu nedenledir ki, Türk dilinin ve Türk tarihinin yeşerdiği coğrafyada bu işi yapacak olanlar daha çok Çarlık Rusyası’nın hükmüne geçmiş 16.yy’dan beri Volga boyundaki ve Kırım’daki ve 19.asırdan itibaren de Orta Asya’daki ve Kafkas’da, Azerbaycan’daki gibi münevverlerdir. O nedenledir ki 2.Meşrutiyet yıllarında bir düşünce, bir his halinde mevcut olan Türk ulusçuluğu teşilatlanmaya başlamıştır. Türk teşkilatlanması ve hatta muhassır örgütlenme bakımından çok çarpıcı örnekler vardır. Birkaç yıl içinde Türk Ocakları, Tuna boyundan Çin sınırlarına kadar her yere yayılmıştır. Yine 1880’lerde Bahçesaray’da bir okul olarak başlayan, yani Arap harfleriyle imlayı düzelterek hızlı okumayı öğretmeye başlayan Usul-i Cedid mektepleri İsmail Gaspıralı’nın 20 yıl içinde beş bine ulaşan bir sayıyla Tuna mansabından Çin sınırlarına kadar yayılmıştır. En çok okunan gazete “Tercüman” dır. Bizim tarihçiliğimizin yeterince dikkat sarfetmediği bu olaylar, zamanın Rus matbuatında ve siyasi idari çevrelerinde çok etki uyandırmıştır. Mesela herkesin bildiği gibi İstanbul’daki sefir Zinovyev, jöntürklerin siyasi saldırganlığıyla Gaspıralı okullarının yarattığı maarif reformu ki maarif reformu Rusya Türkleri ve müslümanları arasında Rus halkı arasından daha başarılı olarak yayılmıştı. Belki münevverlerimizin, ediplerimizin miktarı Ruslarınki oranında değildi ama okuma yazma oranı daha yüksekti, ürkütmekteydi. Bir panturanist, bir panislam gelişmeden daimi surette çekinilmekteydi.

İsrail’in kurulmasına kadar giden siyonist modern milliyetçi akımlar ise Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden değil daha çok Avrupa Rusyası’ndan, Polonya’dan kaynaklanmıştır. Yahudilerin orada yaşadığı zor şartlar dolayısıyla Filistin topraklarına göç başlamış, bilhassa Theodore Herzl’in “Yahudi Devleti” adlı eserinden ve Fransa’daki antisemit Yahudi düşmanı aksiyon hareketinden sonra bu akım ve düşünce güçlenmiştir. Öyle ki 2.Abdülhamid döneminden itibaren Filistin topraklarında artık siyonist amaçlı yerleşmeler başlamaktadır. Bunların üzerinde de hassasiyetle durmak gerekir.

///

Şurası bir gerçek, Yunanlılık 14. yüzyıldan itibaren Türk hakimiyetindedir. İstanbul’un fethinden önce Mora Yarımadası daha önceden kuzey Yunanistan çoktan Türk hakimiyeti altındaydı ve tabii Anadolu’nun batı kesimleri. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra Yunanlı kolonilerin yani Helen unsurun, Osmanlı Devleti’yle ve devlet yapısıyla içiçe geçişi, Rum Ortodoks Patrikliğin imparatorlukta diğer ortodoks milletler üzerinde hakimiyet kurması daha doğrusu bu hakimiyetin onlara verilmesi dolayısıyla bir refah ve idarede katılmadan dolayı bir üstünlük göze çarpar. Çok kısa zamanda İtalya’da Cenova, Liurna giderek Roma ve bilhassa Venedik gibi yerlerde helen, Rum-ortodoks kolonilerin ortaya çıkması Girit’teki Venedik hakimiyeti, Kıbrıs’taki Venedik hakimiyeti dolayısıyla bu bölgelere kadar İtalya’nın taşınması, Osmanlı hakimiyeti döneminde Paris, Londra, Amsterdam ve Viyana gibi yerlerde Helen kolonilerin kiliselerini ve okullarını kurması, onların rönesans dünyasıyla yakın ilişkisini sağladı. Bilhassa Roma’da paplık nezdinde Bessarion gibi entellektüel bir Rum-Ortodoks adamının katolisisizme dönüşü ve kardinal tayin edilmesiyle bu bağlantılar kuvvetlenmiştir.

Yunanlılık Osmanlı İmparatoluğu’nda daha başlangıçtan Yunan milliyetçiliğini taşıyan bir unsurdur. Bu belki aydınlanmada Avrupa’nın yaptığı şekilde çok rafine ve çok şaşalı bir şekilde değilse de her zaman için Yunan milliyetçiliğinin imparatorluktaki ilk yeşeren ve modernleşen etnik milliyetçöilik olduğunu kabul etmek gerekir. Keza Slavlar üzerinde de Rusya’dan önce İtalyan rönesansının etkisi olmuştur. Machiavelli’nin Il Principe, Prens adlı eserindeki İtalyan irredantist motivasyonunun bilhassa İtalya’yla çok yakın ilişkisi olan di Browning gibi, Adriyatik sahillerindeki Hırvat şehirleri gibi bölgelerde etki yaptığı açıktır. Katolik Slavları, bu bölgenin Hırvatlar, İtalyan dünyasına, felsefesine, siyasetine çok yakındılar. Ve buralardan çıkan Yunar Kriyaniç gibi bir filozof, politika olarak Osmanlı Slavları’nın Polonya’nın önderliğinde bir irredantizme, bir kurtuluş hareketine gitmesini önermiştir. ve giderek bu fikirler Rusya’ya yönelmiştir. Büyük Petro’nun babasına sunulan lahiyada, Rusya’nın modernleşmesi, batılılaşması tavsiye ediliyor. Ancak bu sayade Rusya kuvvetlenecek ve Slavlar’ın hürriyete kavuşmalarında öncülük yapabilecektir. Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun bir imparatorluk olması, yani tabanın dini işlerini rahatça yürütebilmesi hatta bunun teşvik edilmesi, kendi okullarında ve kendi dilinde eğitim yapabilmesini teşvik etmesi, teşvik etmese bile göz yumması, bu işi kolaylaştırmıştır. Ne var ki Slav milletlerinin bu önündeki bu milli uyanışta bilhassa maarif hizmetindeki en önemli engel Türkler, Türk idaresi, Bab-ı Ali değildi. Onların dini işlerine, mali işlerine, maarif işlerine bakmakla yükümlü olan Rum-Ortodoks Patrikhanesi’ydi. Demin sözünü ettiğimiz Aprilov öncülüğünde gelişen Bulgar maarifi, bir yerde kilisede Bulgarca ibadeti bile sağlayamamakla mükellefti. Evet, ücra Bulgar köylerinde cahil papazların, Helen unsurun uğramadığı kiliselerde Bulgarca halen din diliydi.

Bulgar milli hareketi, kiliselerine özerklik istediği zaman en başta buna karşı çıkan sırf Fener değildi. Fener’i korumayı bir iş edinen, politika olarak takip eden, Rusya da onların tarafını tuttu. Ne var ki, gururu incinen ve ümitsizliğe kapılan, Ortodoks Bulgarlar, bu sefer Katolik Kilisesi’ne meylettiler. Roma, doğu katolikleri için ayrı bir statü tanıyordu, uniyat adı altında öyle ki, kilise dili resmi dil olacaktı Ermeni katoliklerde, Süryani katoliklerde, Kopt katoliklerde, Ukrayna Katolik Kilisesi’nde ve şimdi de Bulgarlar’da ve Makedonlar’da olduğu gibi. Hatta ruhanileri de yerel rahipler ve halk seçecek halkın temsilcileri, Katolik Kilisesi Roma da bunu tastik edecekti. Bu tatbik edilmiştir. Bulgar katolik Kilisesi de ortaya çıktıktan ve taraftar çekmeye başladıktan sonra - 1860’lar - Rusya hatasını anlamış, Fener’e karşı Bulgar kilisesinin özerkliğini desteklemiştir ve Rus-Türk savaşından evvel, Bulgar otonom kilisesi hayata geçmiştir. Hiç şüphesiz ki Bulgar maarifi, Bulgar Kilisesi’nin birarada yürüyüşü, yayın hayatının genişliği bunu gösterir. Bu bir imparatorlukta olur.

İlk Bulgar gazetesi süreli yayın organı nerede çıkmıştır? Ne bugünkü Bulgaristan’da ne de Avrupa’da, İzmir’de. İzmir’deki bir Bulgar tacir olan Fotinov, Lyuboslovie adlı sırf haber değil edebiyat, tarih ve ideolojiden söz eden gazetesini hayata çıkarmıştır. Arkadan Kristos Tapçlişte’nin ikinci bir gazeteyi çıkardığını biliyoruz. Osmanlı Devleti’nde Arap milliyetçiliği, daha çok Araplık etrafında cereyan etmiştir. Ve müslümanlığı Arap tarihine bağlayarak kendini ifade etmiştir. İster hristiyan Butrus EI-Bustani veya müslüman Abdurrahman Kavakibi gibi mütefekkirler olsun, isterse diğerleri. Araplık müslümanlığı bile milli motifleri içinde yorumlamaya başlamıştır, bilhassa hristiyan araplar, fakat üzerinde durdukları ne bir siyasi ayaklanmadır, ne de bir bağımsızlık hareketidir. Hilafetin Türkler’de değil Kureyş mensubu Araplar’da olmasını ileri sürmektedirler. Bilhassa bu son durum 2. Abdülhamit Devri Osmanlı idaresini son derece kızdırmıştır. O kadar ki padişahın emirleriyle maverdenin ahkamı saltanı adlı eseri veya hilafetin encamından bahseden modern Arapların kitaplarının toplatılıp hamam külhanında yaktırıldığı malumdur.

Pekala hakimiyetin korunması bakımından makul görülen bu hareketi 2.Meşrutiyet’ten sonra, 31 Mart Vakası’ndan sonra Abdülhamid’in hallinde onun aleyhinde bir delil olarak kullanılır. Fetva makamında ve makamı tarafından ileri sürüldüğü ve hal vakası tahttan indirlişin temellendirildiği bilinir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda siyonizm farklı bir yönde gelişmiştir. Theodor Herzl başkanlığındaki siyonistler yani modern milliyetçiler ilk başta sadece kültürel bir otonomi ve giderek bölgesel bir idari otonomi peşinde koşmuşlardır. Hatta bunun için Osmanlı Devleti’ne tamamıyla sadakat, mali zorlukları halletme ve borçları önleme teklifiyle padişaha çıkmışlardır. Hiç şüphesiz ki bu otonomi, özerklik talebi de reddedilmiştir ama gelen siyonistlerin de bir kısmı yerleşme izni alamasa da yerleşme de başlamıştır. İlk önce bugünkü Hayfa civarında yani o zaman Beyrut vilayetine tabi olan bölgelerde satın alınan çiftliklerde koloniler kurulmaya başlamıştır ve bu kolonilerde etrafa verilen hizmetle sulhçu bir yerleşme imkanı aranmıştır. Şunun üzerinde açıkça durmalıyız, bu başka bir gelişmeye öncülük edebilir miydi?

Birinci Cihan Harbi ki, bu tip yerleşmelerde İngilizlerle işbirliğine sebep olmuş ve İngiltere’nin bölgedeki ilerlemesiyle de bir Yahudi devletinin kurulması Lord Balfour’un deklerasyonuyla ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz ki Filistin’de Yahudiliğin ve siyonizmin yerleşmesi doğrudan doğruya ikinci harp öncesi ve sırasındaki Nazi Holocaustuyla ilgilidir. Zaruri göç ve yerleşmeyle o bölgede bir nüfus artışı ve kuvvetlenme göz önünde bulunmuştur.

Kala kala Arnavutluk kaldı. Arnavut milliyetçiliği var ama o milliyetçiliğin aynı zamanda Türk milliyetçisi olduğunu görürsünüz. Şemseddin Sami gibi mütefekkir ve alim bir Arnavut Fraşeri hanedanından eserlerinde Arnavut milliyetçiliği kadar Türk milliyetçiliği yatar. Arnavutlara ilk tiyatro eserlerini ve Türklere ilk romanı, Arnavutlara ilk grameri Türklere bir imla ıslahatı ve Arnavutlara da Latin harflerini o getirmiştir. Hiçbir zaman imparatorluğun parçalanması Arnavutluk’un istiklali şöyle dursun bu imparatorluğun kuvvetli olmasını istemiştir ve bunu da garip bir şekilde Türk milliyetçiliğiyle yapmıştır.

Milliyetçilik Osmanlı düzeninin yıkılması demektir ve o düzenin bir daha tesisi mümkün değildir. Bahsettiğimiz millet sistemi, dini kompartmana dayalı millet sistemi de etnik aidiyetin kuvvetlenmesiyle ön planda Balkanlarda fire vermiştir ve bu kaçınılmazdır çünkü Osmanlılık klasik bir imparatorluk yapısının yeniçağlarda Avrupa topraklarında yaşaması demektir. Bunu büyük bir başarıyla birkaç asır yürütmüşse de kaçınılmaz akibet gelmiştir.

Prof. Dr. İlber Ortaylı

Lazer tedavisi nedir - Lazer Epilasyon Yöntemleri

Lazer sözcüğü Light Ampification by the Stimulaled Emition of Radiation kelimelerin ilk harfleri ile oluşturulmuştur. Lazer ışığı diğer ışıklardan ayıran 2 karakteristik özellik şunlardır; Lazer ışınIarı dağılmadan bir kolon şeklinde yayılır. Tüm dalgalar birbirine paraleldir. Kıl büyüme siklusu anagen, katagen ve telogen olmak üzere 3 evreden oluşur. Lazer ışığı sadece aktif büyüme fazı olan anagen kıllara etkilidir. Kılların ancak %20- 85 i herhangi bir zamanda bu evrede bulunur.

Lazer sözcüğü Light Ampification by the Stimulaled Emition of Radiation kelimelerin ilk harfleri ile oluşturulmuştur. Lazer ışığı diğer ışıklardan ayıran 2 karakteristik özellik şunlardır; Lazer ışınIarı dağılmadan bir kolon şeklinde yayılır. Tüm dalgalar birbirine paraleldir.

Kıl büyüme siklusu anagen, katagen ve telogen olmak üzere 3 evreden oluşur. Lazer ışığı sadece aktif büyüme fazı olan anagen kıllara etkilidir. Kılların ancak %20- 85 i herhangi bir zamanda bu evrede bulunur. Bu vücudun her bölgesi için farklılık gösterir. Katagen evre gerileme fazı, telogen evre ise dinlenme ve yeni kıl follikülün geliştiği fazdır.

Lazer epilasyon sadece anagen fazdaki kıllara etkili olmasından dolayı etkili sonuç için birden fazla tedaviye ihtiyaç vardır.

Farklı lazer cihazları farklı dalga boylarında elektromanyetik spektruma sahiptirler. Örneğin ruby lazerler 694 nm Nd:Yag lazerler ise 1064 nm dalga boyunda ışık üretirler. Nd:Yag gibi uzun dalga boyları daha derine penetre olmaları nedeniyle koyu ciltler dahil tüm cilt renklerinde güvenle etki eder. Ruby lazer gibi yüzeysel dalga boyları ise sadece açık renkli ciltler ve koyu kıllarda etkilidir.

Lazer dalgaları kullandıkları ışın’a bağlı olarak farklılıklar gösterir. Ruby, Alexandrite, Diod, CO2 ve Nd-Yag gibi.

Dalga boylarına göre farklı kromoforları hedeflerler. Böylece her Lazer dalga boyu cilt tedavilerinde farklı amaçlar ile kullanılabilir.

Tasarımların uygun yapılması, kullanıcıların bilgi ve deneyimi riskleri minimize etmesini sağlar.

Bölge, kıl yoğunluğu ile değişmektedir. İnternet ortamında laser fiyatları verilememektedir. Lazer epilasyon fiyatları muayene sonrası bildirilmektedir.

Lazerli epilasyon ile kıl azaltma ile ilgili gerçekler:

1. Yaş, ırk, kilo, hormonlar, diyet, ilaçlar ve metabolizma kılların vücutta dağılımı ve kalınlığında etkili olan faktörlerdir.

2. Birden fazla tedaviye ihtiyaç vardır. Çünkü vücut kılların tümü farklı evrelerdedir (Anagen, Katagen ve Telogen). Lazer ışını sadece aktif büyüme evresindeki kıllara etkilidir. Her tedavide belli miktarda kıl yok olanağından optimal sonuçlar 4–6 seansta oluşacaktır.

3. Tedavi sonuçları ve seans sayıları hastaların cilt rengi, kıl rengi, kıl kalınlığı ve vücut bölgesi ile değişiklikler göstermektedir. Koyu ciltlerde çevre derinin zarar görme riski Nd-yag ile diğer lazerlere göre daha fazla minimize edilmiştir.

4. Lazer tedavisi esnasında rahatsızlık hissi minimumdur. Jel, soğuk uygulama ile iyice azaltabilir. Bu çok hasta lazer ışığının verilmesi esnasında rahatsızlık duyduğunu ancak bunun gerçek bir ağrı olmadığını ifade etmektedir.

5. Yan etkiler Nd-Yag ile çok düş olup; kızarıklık, şişme ve renk değişikliğini içerip geçicidir.

6. İşlem öncesi yapılacak test atışı ile etkin doz ve yan etki profili ortaya çıkarılabilir.

Nd-Yag Lazer Nasıl Çalışır?

Lazer epilasyon cihazları vücudumuzdaki kılları yoketmek için tasarlanmıştır. 4.Kuşak Nd-yag yoğun konsantre ışını önce cildinizi soğutup daha sonra enerjisini hedefe gönderebilen bir tasarıma sahiptir. Bu lazer enerjisi kıl kökünde bulunan pigmente giderek kılı köküne zarar verirken çevre dokusunda hasar oluşmamasına olanak sağlar. Tedavi esnasında kılların bir kısmı silinirken geriye kalan 2-3 haftada dökülecektir. Vücudumuz hasara uğramış kıl kökünü zaman içinde absorbe edecektir.

Nd-Yag laser Epilasyon sistemini diğerlerinde ayıran özellikler nelerdir?

Diğer lazer ve yoğun ışık kaynakları (IPL) şunlardır:

Yoğun Işık Kaynakları: lazer’den farklı olarak bir Flash lamp sistemi ile çalışırlar ve IPL olarak adlandırılırlar. IPL’ ler lazer değildir.

I. Kuşak lazerler: 694 nanometre Ruby lazerleri içerir

II. Kuşak lazerler: 755 nanometre Alexandrite lazer

III. Kuşak lazerler: 800–810 nanometre Diod lazer.

Kısa dalga boylu lazerler kıl köküne hasar vermeden sadece kılı yakabilirler ve koyu ciltlerde güvenli değillerdir. Çünkü ışın yüzeyde kalıp ciltteki hedef hücreler üzerinden yan etkiler oluşturabilirler. Kıl kökü hasara uğramadığından bir süre sonra tekrar uzayacaktır.

IV. Kuşak lazerler: Nd-yag derin dalga boyu ile enerjinin kıl köküne ulaşmasını sağlar. 1064 nanometre Nd-Yag cildin 4–6 mm altına inecektir. Böylece Tüm cilt tipi ve zenciler dahil tüm cilt renklerinde kullanım olanağı sağlar. Ayrıca Nd-yag lazer sisteminin uygulama başlığı özel olarak tasarlanmış olup, cilde baskı uygulamadan doğru mesafeden ışığın verilmesini sağlar. 1064 dalga boyu için tasarlanmış gözlükler kısa dalga boyu lazerler için tasarlananlardan daha güvenlidir. Nd-yag ile verilecek enerjinin süresi ayarlanabildiğinden, ince, kalın ve açık renkli kıllar dahil tüm kılların güvenli bir şekilde azaltılmasına olanak sağlar.

Lazerli epilasyon ile hangi bölgeler tedavi edilebilir?

Nerede ise vücuttaki tüm kıllar. Kadınlarda – yüz, çene, bıyık, kaş, koltuk altı, bikini, genital bölge, kol ve bacaklar.

Erkeklerde – sırt, göğüs, yanak, boyun, ense ve isteğe bağlı kol ve bacaklar.

Nd-Yag lazer ile diğer kıl yok etme metotlarını karşılaştırır mısınız?

Tıraş, çekme ve depilator kremler gibi tüm geçici kıl yok etme yöntemleri ile kılları belli aralıklarla tekrar tekrar almanız gerekecektir.

Her seferinde zaman ve uygun olmayan sorunlar ile karşılaşacaksınız. Nd-Yag lazer epilasyon sistemi size en uzun süreli kalıcı kıl yok etme çözümü sunmaktadır.

Laser ile kıl azaltmanın avantajları:

1. Büyük bölgeler tedavi edilirken iğneli epilasyon, çekme ve tıraşlama gibi rahatsızlık vermez.

2. Çok daha hızlıdır. Zaman kaybına neden olmaz.

3. Çok daha etkilidir

Lazerin deri üzerine zararları ve yan etkiler nelerdir?

Çok az yan etkiden söz edilebilir. Bunlardan en sık rastlanan güneş yanığına benzer kızarıklık ve hafif şişme olup, birkaç saatten daha kısa sürede düzelecektir. Çok nadiren su kabarcığı ve leke oluşumu olabilir. Doktorunuz sizi bu konularda mutlaka bilgilendireceklerdir.

Lazerle epilasyon ile kıl azaltılması kalıcımıdır?

Kalıcı kıl yok etme “uzun süreli kıl azaltması” olarak tanımlanıp 3–6 tedavi sonrası kıllarda % 70 - % 90 arasındaki kıl azaltması için kullanılır. Tamamen kılsız bir sonuç çok realistik olmayacaktır.

Neden en az 3 tedavi gereklidir?

Tüm lazerler sadece aktif büyüme fazındaki kılların köküne enerjilerini tam olarak göndererek yok edebilirler. Kılların ancak bir kısmı bu evrededir, diğerleri dinlenme veya dökülme evresindedir. Bölgeye göre bu oranlar değişiklik gösterir.

Herhangi bir zamanda kılların ancak % 30 ile %60’ı aktif fazdadır (Anagen) ve bunların sadece 1/4 ile 1/6 ‘ü lazer enerjisinin etkili olacağı miktarda pigment içerir.

Bunun dışında seans sayısını etkileyen faktörler nelerdir?

Kıl rengi (açık renkli kıllar eski kuşak lazerlerde daha fazla seansa ihtiyaç duyarlar).

Irk ve genetik faktörler

Hormonsal durum

Yaş

Kilo (şişmanlık kıl büyümesini hızlandırır)

İlaçlar

Daha önce başka laser veya IPL ile tedavi oldum, şimdi Nd-Yag tedavi olabilir miyim?

Kesinlikle! Tedavinize etkin Nd-Yag ile devam edebilirsiniz.

Ben lazer epilasyon için uygun bir aday mıyım?

Nd-Yag lazerin mükemmel tasarımı ve uzun dalga boyu tüm cilt tipleri ve açık kahverengi dahil tüm kıllarda tedaviye olanak sağlar. Koyu cilt renklerinde diğer epilasyon lazerleri güvenli değildir. Nd-Yag zencilerde bile güvenle kullanılabilen bir lazer olup amerikan otoriterler birliğince ödüllendirilmiştir.

Laser epilasyon ağrılımıdır?

Lazer enerjisi sadece bir ışıktır. Belki bir lastik çarpması gibi bir his olacak.

İlk seans diğerlerinden biraz daha uzun sürecek.

Çünkü birinci seanstan itibaren kıllarınız azalacaktır.

Nd-Yag lazer tedavisi esnasında neler hissedeceğim?

Nd-Yag lazerin uygulama başlığı uygulama öncesi soğutup, sakinleştirirken cildiniz boyunca süzülerek kayacak ve kendinizi oldukça rahat hissetmenizi sağlayacaktır. Laser atışı esnasında bazı hastalar basit bir sinek ısırığı gibi duygu tarif ederler. Lokal anestetik krem veya ağrı kesicilere ihtiyacınız olmayacaktır. Ancak özel bölgeler çalışırken bazı hastalar lokal anestezi kremler kullanmak isteyebilirler.

Lazerle tedavi sonrası neler hissedeceğim?

Tedaviden hemen sonra tedavi alanında küçük kızarıklıklar ve hafif ödem oluşabilir. 3.-7. günler arası tedavi edilen kıllar biraz uzayabilir. Daha sonra dökülecekler veya bir daha uzamayacaklardır. Seans aralarında kıllarınızı çekmemeniz veya ağda ile almamanız gerekir. Sadece makas veya jilet ile tıraşlayabilirsiniz.

Lazer tedavi sonrası normal yaşamda herhangi bir kısıtlama olacak mıdır?

Tedaviden hemen sonra normal günlük aktivitelerinize dönebilirsiniz, belki sadece kızarıklık olabilir. Güneşe açık bölgelerinize uygulama sonrası güneş koruyucusu uygulamanız gerekecektir. Ek olarak doktorunuz belki cilt tipinize göre bazı tavsiyelerde bulunacaktır.

Hangi renk kıllar tedaviye iyi yanıt verir?

Kıl köklerindeki pigment lazer enerjisinin hedefidir. Çok açık renkli kıllar 5–8 tedaviye ihtiyaç duyabilir. Koyu kıllarda sonuçlar daha erken seanslarda oluşabilir.

Daha ayrıntılı bilgi için

Dr.Ekrem Civaş

Dişlerin çürümesi - Dişlerin bakımı - Dişlerin sağlığı

Dişlerin çürümesi birden fazla nedeni olan bir durumdur. Evet, çürük mikrobik bir olaydır ve çürüğe sebep olan bakteriler vardır… Ama tek neden bu olsaydı çürük aşısı yapılır ve hiç kimsede çürük oluşmazdı…

Çürüğün oluşması için bakterilerin yanında birkaç diğer etkenin de bir arada bulunması gerekir. Bu etkenlerden en önemlilerinden birisi düzenli ve kaliteli olmayan beslenmedir. Fırçalama ile ağızdan uzaklaştırılması zor, dişe yapışan ve şeker ağırlıklı gıdaların dişleri daha çabuk çürüttüğü klinik çalışmalarla ispatlanmıştır. Beslenme sonrası dişlerin özenli bir şekilde fırçalanıp temizlenmesi gerekir. Diş fırçalamanın ihmal edilmesi ya da hiç yapılmaması dişlerin çürümesini kolaylaştıracak ve diş eti hastalıklarına da yol açacaktır.

Ailelerin en çok sorduğu sorularda bir diş çürüğünde genetiğinde etkisi olup olmadığıdır. Evet, genetik faktörlerde diş çürüğünde etkilidir ancak çok düşük bir oranda… Yapısal olarak problemli dişler de çürüğe daha meyillidir. Ancak genetik faktörler düzenli ve titiz bir bakımla ve yapılacak koruyucu uygulamalarla elimine edilebilmektedir.

Kolesterol nedir - Kolesterolün sağlığa zararları

Kolesterol yaşam için gerekli olan mum kıvamında yağımsı bir maddedir. Kolesterol beyin, sinirler, kalp, bağırsaklar, kaslar, karaciğer başta olmak üzere tüm vücutta yaygın olarak bulunur. Vücut kolesterolü kullanarak hormon (kortizon, seks hormonu....), D vitamini ve yağları sindiren safra asitlerini üretir. Bu işlemler için kanda çok az miktarda kolesterol bulunması yeterlidir. Eğer kanda fazla miktarda kolesterol varsa bu kan damarlarında birikir ve kan damarlarının sertleşmesine, daralmasına (arteriyoskleroz) yol açar. Arteriyosklerozda damar duvarında biriken tek madde kolesterol değildir; akyuvarlar, kan pıhtısı, kalsiyum... gibi maddeler de birikir.

Kolesterol nedir?
Kolesterol yaşam için gerekli olan mum kıvamında yağımsı bir maddedir. Kolesterol beyin, sinirler, kalp, bağırsaklar, kaslar, karaciğer başta olmak üzere tüm vücutta yaygın olarak bulunur. Vücut kolesterolü kullanarak hormon (kortizon, seks hormonu....), D vitamini ve yağları sindiren safra asitlerini üretir. Bu işlemler için kanda çok az miktarda kolesterol bulunması yeterlidir. Eğer kanda fazla miktarda kolesterol varsa bu kan damarlarında birikir ve kan damarlarının sertleşmesine, daralmasına (arteriyoskleroz) yol açar. Arteriyosklerozda damar duvarında biriken tek madde kolesterol değildir; akyuvarlar, kan pıhtısı, kalsiyum... gibi maddeler de birikir. Toplumda arteriyoskleroz için damar sertliği, damar kireçlenmesi gibi ifadeler de kullanılmaktadır.Damarlar tüm vücutta yaygın olarak bulunur ve kalp, beyin, böbrek... gibi organlara kan taşıyarak bu organların görev yapmasını sağlar. Kolesterol hangi organın damarında birikirse o organa ait hastalıklar ortaya çıkar. Örneğin; kalbi besleyen atardamarlarda (koroner arterler) kolesterol birikimi olursa göğüs ağrısı, kalp krizi gibi sorunlar oluşur. Böbrek damarlarında kolesterol birikimi yüksek tansiyon ve böbrek yetmezliğine yol açabilir.

İyi kolesterol-Kötü kolesterol
Kolesterol, yağımsı bir maddedir. Normal koşullarda, yağ suyun içinde çözünmez. Kolesterol de su özelliklerini taşıyan kanda normal koşullarda çözünmez. Kolesterol, kanda çözünmesi ve taşınması için karaciğerde bir protein ile birleştirilir (paket edilir). Bu kolesterol ile protein birleşimine lipoprotein adı verilir. Değişik tipte lipoproteinler vardır:1.LDL (low density lipoprotein, düşük yoğunluklu lipoprotein): Kötü huylu kolesteroldür.2.HDL (high density lipoprotein, yüksek yoğunluklu lipoprotein): İyi huylu kolesteroldür.HDL ve LDL kolesterolden başka lipoproteinler de vardır.
Yağ metabolizması bozukluğu olan hastaların yaptırdığı diğer bir kan incelemesi de trigliserid ölçümüdür. Trigliserid de kolesterol gibi kanda çözünen bir yağdır. Kan trigliserid düzeyi ile arteriyoskleroz arasındaki ilişki kolesterol kadar belirgin değildir.

Yüksek kolesterol nedir?
Kanda kolesterol ve LDL-kolesterolün yüksek olması hasta için risk taşır. HDL-kolesterolün düşük olması da bir risktir.
20 yaşın üzerinde Kan kolesterol düzeyi
200 mg/dl'nin altı istenilen düzeydir.
200-239 mg/dl arası sınırda yüksek tir.
240 mg/dl'nin üstü ise yüksektir.
Kan LDL-kolesterol düzeyi
130 mg/dl'nin altı istenilen düzeydir.
130-159 mg/dl arası sınırda yüksek tir. Kan HDL-kolesterol düzeyi
35 mg/dl'nin altı düşüktür.
Kanda Kolesterol >200 mg/dl
veya LDL-kolesterol>130 mg/dl
veya HDL-kolesterol <35 mg/dl İSE >RİSK FAZLADIR
HDL-kolesterol yükseldikçe risk azalır. Ortalama HDL-kolesterol düzeyi kadında 55 mg/dl ve erkekte 45 mg/dl dir yani kadınlar bu yönden daha şanslıdır.

Kan trigliserid ölçümüne göre sınıflandırma

< 200 mg/dl ----> Normal
200-400 mg/dl ----> Sınırda yüksek
400-1000 mg/dl ----> Yüksek
> 1000 mg/dl ----> Çok yüksek

Kanda kolesterolün yüksek olması bir yağ metabolizması bozukluğudur. Yağ metabolizması bozukluğundan şüphe edilen bir hastada yapılması gereken kan alınarak öncelikle kolesterol, LDL-kolesterol, HDL kolesterol ve trigliserid düzeyi ölçülmesidir. Tedaviye karar vermeden önce bu değerler en az 2 kere ölçülmelidir.Tedavi düzenlenirken öncelikle LDL-kolesterol düzeyleri temel alınmalıdır.

Kolesterol niye yükselir?
Kanda kolesterol düzeyini etkileyen çok sayıda faktör vardır. Bu faktörlerin bazıları önlenebilir niteliktedir. Bunlardan bazıları:
1.Kalıtımsal Faktörler
2.Gıdalar
3.Şişmanlık
4.Stres

gibi faktörler kolesterolü ve kötü huylu kolesterolü yükseltir.Düzenli egzersiz iyi huylu kolesterolü yükseltir ve kötü huylu kolesterolü azaltır.60-65 yaşa kadar yaşla birlikte kolesterol düzeyi artar. Kadınlarda menopozdan sonra kolesterol düzeyi artar.

Kolesterol yükselmesine yol açan hastalıklar
Bazı hastalıklarda kolesterol düzeyi yükselir. Bu hastalıkları ikiye ayırarak incelemek mümkündür:
1.Kalıtsal yağ metabolizması hastalıkları
A.Hipotiroidi: Tiroid bezinin yetersiz çalışması.
B.Karaciğer hastalıkları
C.Nefrit: Böbreğin mikrobik olmayan iltihabi hastalıkları
D.Şeker hastalığı
E.Şişmanlık
F.Bazı ilaçlar
2.Diğer hastalıklar

Kolesterolün önemi nedir?
Kalp ve damar hastalıkları Türkiye'de ve diğer ülkelerde ölüm ve kalıcı sakatlıklara yol açan yaygın sorunlardır. Türkiye de 6 milyon kişide kan kolesterol düzeyi sınırda yüksek (200-239 mg/dl) ve 2 milyon kişide yüksektir (240 mg/dl). Gelişmiş ülkelerde ölüm nedenleri arasında kalp ve damar hastalıkları ilk sıradadır ve yüksek kolesterol, yüksek tansiyon, şişmanlık gibi sorunların düzeltilmesi ile bu ölümler önlenebilir veya geciktirilebilir. Bu nedenle Dünya Sağlık Örgütü kalp ve damar hastalıklarını 1 numaralı insanlık düşmanı ilan etmiştir.Kalp ve damar hastalıklarını kolaylaştıran faktörlere kardiyovasküler risk faktörleri adı verilir. Kanda kolesterol ve LDL-kolesterolün yüksek olması hasta için risktir ve kolesterol yüksekliği bir kardiyovasküler risk faktörüdür. HDL-kolesterolün düşük olması da bir risktir. Bu riske sahip hastalarda kalp krizi, felç, damar tıkanması, böbrek yetmezliği gibi hastalıkların ortaya çıkma olasılığı daha fazladır.

Kardiyovasküler Risk Faktörleri
Kolesterolü yüksek hastalarda, kardiyovasküler risk faktörlerinin değerlendirilmesi ve mümkünse değiştirilmesi, tedavinin temel noktalarından birisidir. Kolesterolü yüksek hastalarda, kolesterol yüksekliği dışındaki kardiyovasküler risk faktörlerine de sık rastlanır ve bu kardiyovasküler risk faktörlerinin düzeltilmesi ile kardiyovasküler kalıcı hasar ve ölüm riski kesin olarak azaltılır. Aşağıda kardiyovasküler risk faktörleri özetlenmiştir:
Hipertansiyon
Lipid (yağ) metabolizması bozukluğu, Kolesterol yüksekliği
Sigara Diyabetes mellitus (şeker hastalığı)
Şişmanlık
Fiziksel aktivite azlığı ve sedanter yaşam
Yüksek hematokrit (kanda çok fazla hücre bulunması)
Artmış trombojenik faktörler (kanı pıhtılaştıran faktörler )
İleri yaş
Erkek cinsiyet
Aile öyküsü
Tip A kişilik yapısı (mükemmeliyetçi, obsesif hırslı ve gergin kişilik)
Östrojen eksikliği
Alkol yoksunluğu (alkol bağımlılığı)
Fibrinojen yüksekliği
Ürik asit yüksekliği
Lipoprotein (a)
Belirgin beyin, kalp, böbrek veya damar hastalığı

Hipertansiyon, her yaş, cins, ırk için önemli bir kardiyovasküler risk faktörüdür ve hem büyük hem küçük tansiyonun yükseldikçe kardiyovasküler risk artmaktadır. Hipertansiyon tedavisi ile kardiyovasküler risk azalmaktadır.

Lipid (yağ) metabolizması bozuklukları, majör ve düzeltilebilir kardiyovasküler risk faktörlerinden birisidir. Yapılan tüm büyük çalışmalarda serum kolesterol düzeyi ile kardiyovasküler risk arasındaki ilişki gösterilmiştir. HDL-kolesterolün düşüklüğü de bir kardiyovasküler risk faktörüdür. Diyetin kolesterol içeriği ile kardiyovasküler risk arasında da doğrudan ilişki vardır.

Şişmanlık ile koroner arter hastalığı arasındaki ilişki birçok çalışmada gösterilmiştir. Ancak şişman hastalarda, hipertansiyon, fiziksel aktivite azlığı, diyabetes mellitus (şeker hastalığı) ve lipid metabolizması gibi diğer kardiyovasküler risk faktörlerine da daha sık rastlanır ve bu kardiyovasküler risk faktörler, şişmanlığın bağımsız etkisini maskeleyebilir.

Günümüzde şişmanlık tanım ve sınıflandırmasında beden kitle indeksi kullanılmaktadır.Beden kitle indeksi=Beden ağırlığı(kg)/Boy(m)2 formülü ile hesaplanır.Örneğin vücut ağırlığı 85 kg, boyu 1.74 m olan bir insanda;Beden kitle indeksi=85/1.74x1.74=28 dir.Beden kitle indeksine göre kilo durumu aşağıda özetlenmiştir.<18.5 Zayıf18.5-24.9 Normal (sağlıklı)25-29.9 Fazla kilolu (gürbüz)30-39.9 Şişman>40 Tehlikeli şişmanYukarıdaki örnekteki kişi gürbüzdür.

Yetersiz egzersiz kardiyovasküler riski arttırır. Öte yandan sedanter yaşam, kan şekeri, kolesterol ve kan basıncı kontrolunu zorlaştırır. Düzenli egzersiz yapanlarda, koroner arter hastalığı riski de azalır.

Diyabetes mellitus (şeker hastalığı) iyi bilinen bir kardiyovasküler risk faktörüdür. Ayrıca diyabetik hastalarda lipid (yağ) metabolizmasi bozuklukları, hipertansiyon, şişmanlık gibi diğer kardiyovasküler risk faktörleri de sıktır.

Sigara, koroner arter hastalığı sıklığını arttırdığı gibi diğer kardiyovasküler risk faktörlerinin etkisini de arttırır. Sigara içimi, Türkiye'deki en önemli sağlık problemlerinden birisidir ve ne yazık ki kullanımı giderek yaygınlaşmaktadır. Sigaranın bırakılması ile koroner arter hastalığı riski azalır ve bu azalma 12 ay sonra en belirgin hale gelir.

Tip A kişiliğine sahip kişiler, mükemmeliyetçi, obsesif, hırslı ve gergin bir özellik sergilerler.

Yüksek kolesterolün vücuda verdiği zararlar
Kanda aşırı miktarda bulunan kolesterol yavaş yavaş (yıllar içinde) damar duvarında birikir. Bu birikim sonucu o damarda daralma, tıkanma ortaya çıkar. Bu durum bir su borusunda pisliklerin birikmesine benzetilebilir. Kolesterol hangi damarda birikmişse o damarla ilişkili sorunlar ve hastalıklar ortaya çıkar.Kolesterol yüksekliğinde belirti ve bulgular çoğu zaman ani kolesterol yükselmesine bağlı değildir, uzun süreli kolesterol yüksekliğinin damar duvarında kolesterol birikmesine yol açmasının sonucudur. Yani kolesterolünüz şu andaki değerinin 2-3 katına yükselse ve 3-4 saat yüksek kalsa size bir zararı olmaz. Asıl sorun sizde daha önce uzun süreli kolesterol yüksekliği olmasıdır.Kalbi besleyen damarlarda (koroner arter) kolesterol birikimi bu damarlarda tıkanma ve daralmanın sonucu göğüs ağrısı, kalp krizi ve kalp yetmezliği gibi sorunlara neden olur. Bunların sonucu hasta koroner by pass ameliyatı (cerrahi olarak darlığın ortadan kaldırılması) veya anjiyoplasti (balonla daralmış koroner arterin genişletilmesi) işlemine ihtiyaç duyabilir.Beyini besleyen boyun damarlarında kolesterol birikimi olması felçlere, konuşma bozukluklarına, dengesiz yürümeye, bilinç kaybına yol açar.Böbrek damarlarında kolesterol birikimi yüksek tansiyon ve böbrek yetmezliğine yol açabilir.Ana atardamarda (aort) kolesterol birikimi de tehlikelidir. Buradan kopan kolesterol birikintileri daha küçük damarları tıkayarak çok değişik sorunlara yol açabilirler: Bağırsağı besleyen damarları tıkayarak bağırsak ölümüne, göz damarlarını tıkayarak körlüğe, bacak damarlarını tıkayarak gangrene... yol açabilirler.
Kolesterol yüksekliğine bağlı sorunlar ortaya çıktığı zaman hasta geç kalmış olabilir; bu nedenle kolesterol yüksekliğini önlemek, yükselmişse düşürmek çok önemlidir.

Kolesterol-yüksek tansiyon ilişkisi
Kolesterol ve yüksek tansiyon arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Yani kolesterol yüksekliği yüksek tansiyona, yüksek tansiyon kolesterol yüksekliğine yol açmaz. Ancak ikisinin hedefi ve zarar verdiği organ aynıdır: Kan damarları. Yüksek tansiyon kan damarındaki basıncı yükselterek aşınma, yırtılmalara neden olur. Bu durum su borusu içindeki basıncın artmasına bağlı sorunlara benzetilebilir. Yüksek kolesterol de damar duvarında kolesterol birikimine yol açarak damarlarda daralma, tıkanmalara yol açar. Yüksek tansiyon ve kolesterol yüksekliği kan damarına diğerinin verdiği zararın şiddetini arttırır ve ortaya çıkmasını çabuklaştırır. Bu nedenle hem kolesterol yüksekliği hem de yüksek tansiyon tedavi edilmelidir.

Yazar: Prof. Dr. Tekin Akpolat

Hikaye Örnekleri - Sait Faik'in İlkbahar Hikayesi

Dil dizgesinin düşünsel (ideational), kişiler arası (interpersonal) ve metinsel (textual) olmak üzere başlıca üç işlevi vardır. Bu araştırmada; dil dizgesinin metinsel işlevi üzerinde durularak, Sait Faik'in "Bir İlkbahar Hikayesi" adlı hikâyesi Metin Dilbilimsel, Göstergebilimsel, İletişim ve Sosyal Psikoloji açısından analiz edilecektir. "Bir İlkbahar Hikayesi", ilk olarak Hürriyet Gazetesinde 1 Mayıs 1948 tarihinde yayınlanmıştır. Bu inceleme ise, hikayenin YKY'deki şekli esas alınarak yapılmıştır (bk. (Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi, Bütün Yapıtları Öykü, YKY, 7. baskı, İstanbul, 2004, s. 81-84).
Esasen edebi anlatı metinleri, estetik değeri olan kurmaca metinlerdir. Edebi anlatı metinleri, metin üretici ile metin çözücü arasında bir iletişim oluşturan, birlikte paylaşılan "ortak söylem alanları" olarak da değerlendirilebilir. Metinleşme sürecinin sonunda; gerek sözceler arasında, gerekse genel metin bağlamında yazar-okur ikilisi arasındaki ilişki/iletişim tarzı şu sorularla sorgulanabilir: Yazar, okuru beklenmeyen sürpriz bir sonuç için yanıltmaya mı çalışmaktadır? Yazar, okurdan kendi sonuçları dışında farklı sonuç(lar) çıkarmasını mı beklemektedir (hazırlamaktadır)? Yazar, okuru mutlak bir otorite olarak yönlendirmek mi istemektedir? Yazar, okuru şüphe ve belirsizlik içinde mi bırakmak istemektedir?
En gelişmiş bildirişim dizgesi olan (insan) dilin, en üst düzeydeki birimi metin, cümlelerin/sözcelerin basit, rastgele, ardışık olarak sıralanması ile oluş(turul)muş bir yapı değildir. Metin, cümleler/sözceler arası çeşitli düzeylerdeki ilişkilerle oluşturulmuş bağdaşık, tutarlı bir dilsel birimdir. Metin, "bütünlük" ve "birlik" arz eden, anlaşılabilen, yorumlanabilen ve metinsel/sosyal/kültürel bağlamlar içerisinde belli çıkarımlar/sezdirimler ve iletiler içeren dilsel bir bütünlüktür.
Metinleşme sürecinin sonunda vücuda getirilen/metin üretici konumundaki yazar açısından tamamlanmış son form niteliğindeki metnin, -özellikle yorumlanmasında- sorumluluk yazar-okur ikilisi tarafından ortaklaşa paylaşılmaktadır. Modern edebi anlatı metinlerinde; yazar salt metin üretici, okur ise salt metin tüketici konumunda değildir. Yazar, bilinçli olarak okuru metnin okunması/anlaşılması/yorumlanması aşamalarında etkin kılmayı amaçlamakta, okurun dikkatini çeşitli dilsel imkanlarla (dil kullanımları ile) harekete geçirmek istemekte, okura bir nevi yardımcı yazarlık misyonu/rolü yüklemektedir. Bu çerçevede yazar, okuru anlatı boyunca sürekli olarak düşünmeye, anlamaya, yorumlamaya, çıkarımda bulunmaya, hatırlamaya, onaylamaya veya reddetmeye, karşılaştırma yapmaya, metinsel bağlam ve genel bağlam içinde sürekli akıl yürütmeye teşvik etmektedir.
Metin üretici konumundaki yazar, okurun dikkatinin -kendi istediği- belli noktalarda toplaşması için belirli motiflere, figürlere, imgelere anlatının çeşitli kesitlerinde vurgu yapmakta, odaklama olgusuna baş vurmaktadır. Dil dizgesinin çeşitli düzlemlerinde, bu düzlemlerin kendilerine özgü imkanlarına baş vuran yazar, okurun dikkatinin metnin belirli noktalarında odaklanması için; hem metne derinlik/süreklilik/yoğunluk kazandırmayı, hem de algılamada çeşitlilik yaratarak okurun düşünme yetisine yönelik olarak seçenekler sunmayı amaçlamaktadır.
Modern yazında, metin üretici konumundaki yazar ile yardımcı yazar misyonunu yüklenen okur arasındaki ilişki ve iletişim; anlatı metinlerinde özellikle, ortak söylem alanları yaratılarak sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu ortak söylem alanlarındaki kavramsal içerikler ve okura sunulan yeni bilgiler, okurdan istenen metin içi/metin dışı çıkarımlar, belirli dil birimlerinin sistematik olarak birlikte kullanılması ile oluşturulan "sözlüksel alan" ve "sözlüksel ağ"; anlatı metinlerinde dikkatin en çok yoğunlaştığı kesitlerdir.

Gelişmiş ve Gelişmemiş illerde erkek - kadın nüfus oranı

39 ilde kadın sayısı erkekleri solladı. Yabancıların yerleştiği iller sıralaması ise ilgi çekici;
İlk kez yapılan evde beyana dayalı sayım sonuçları detaylı veriler ortaya koydu. 43 ilin nüfusunda azalma tespit edilirken, her 6 kişiden biri de İstanbul'da yaşıyor. Yabancıların yoğunlukta olduğu iller de belirlendi.

İşte sayımın ortaya koyduğu ilginç veriler;

Nüfus yaşı; Nüfusun yüzde 50’sinin 28 ve altı yaş grubundan olduğu belirlendi. Şehirlerde ikamet eden ortanca yaşı da 28,4, köylerde 27,9.
Çalışabilir nüfus: Çalışabilir yaştakilerin oranı yüzde 66.5...
Şehirli nüfus: 2000’de 64.9 olan şehirli nüfus 2007 yılında yüzde 70.5’e yükseldi

Kadın sayısının erkeklerden fazla olduğu iller:
Toplam 39 ilde kadın sayısının erkek sayısına göre daha fazla olduğu belirlendi. Bu illerden bazıları:
-Ankara -Adana -Adıyaman
-Konya, -Afyonkarahisar -Bolu
-Çankırı, -Bursa -Elazığ
-Çorum, -Gaziantep -Giresun
-Eskişehir, -Gümüşhane -Kastamonu
-Kırşehir, -Aydın -Malatya
-Niğde, -Nevşehir -Ordu
-Yozgat, -Rize -Sakarya
-Aksaray -Samsun -Sinop
-Tokat -Trabzon -Şanlıurfa
-Uşak -Zonguldak -Karaman
-Kırıkkale -Bartın -Yalova
-Kilis -Osmaniye -Düzce

En çok yabancı hangi illerde:
İstanbul : 42 bin 228
Bursa : 11 bin 495
Ankara : 7 bin 166
İzmir : 6 bin 707
Antalya : 6 bin 343

Nüfusu en fazla olan 5 il:
İstanbul : 12 milyon 573 bin 836 kişi
Ankara : 4 milyon 466 bin 756 kişi
İzmir : 3 milyon 739 bin 353
Bursa : 2 milyon 439 bin 876
Adana : 2 milyon 6 bin 650

Nüfusu en az olan 5 il:
Bayburt : 76 bin 609
Tunceli : 84 bin 22
Ardahan : 112 bin 721
Kilis : 118 bin 457
Gümüşhane : 130 bin 825

Nüfusu azalan iller; 2007 yılı nüfus sayımı sonuçları, 2000 yılı nüfus sayımına göre Türkiye’de 43 ilin nüfusunun azaldığı ortaya koydu. En dikkat çekici düşüş şu illerde oldu;
-Konya,
-Afyon,
-Aydın,
-Burdur,
-Çorum,
-Edirne,
Konya nüfusu 2 milyon 217 binden 1 milyon 959 bine, Mersin nüfusu ise 1 milyon 668 binden 1 milyon 595 bine geriledi.

İSTANBUL HER ALANDA BİRİNCİ;
Her 6 kişiden biri İstanbul'da yaşıyor. Yani Türkiye nüfusunun yüzde 17.8’i İstanbul'da. İstanbul'daki kadın ve erkek sayısı başa baş...
Erkek : 6 milyon 291 bin 763
Kadın : 6 milyon 282 bin 73
İstanbul’da 1 kilometre kareye 2 bin 420 kişi düşüyor.
39 İlde kadın erkekten fazla


Türkiye nüfusu 2008 yılı sonu itibariyle 71 milyon 517 bin 100 kişiye ulaştı. 2008 yılında 81 ilden 55'inin nüfusu artarken 26 ilin nüfusu azaldı.
Nüfus artış hızının en yüksek olduğu iller sırasıyla Yalova Tekirdağ ve Hakkari nüfus artış hızının en düşük olduğu ilk üç il de yine sırasıyla Bilecik Kütahya ve Isparta oldu.

NÜFUS SAYIMI SONUÇLARINA GÖRE İSTANBUL'UN NÜFUSU 127 ANKARA'NINKİ 45 İZMİR'NİNKİ İSE 38 MİLYON KİŞİ
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2008 Nüfus Sayımı Sonuçları''nı açıkladı. Buna göre ülke nüfusu 2008 yılı sonu itibariyle binde 131'lik artışla 71 milyon 517 bin 100 kişiye çıktı.
Nüfusun illere göre dağılımına bakıldığında İstanbul'da 12 milyon 697 bin 164 Ankara'da 4 milyon 548 bin 939 İzmir'de ise 3 milyon 795 bin 978 kişi yaşıyor.
Ankara İstanbul ve İzmir'de yaşayan toplam 21 milyon 42 bin 81 kişi ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 30'unu oluşturuyor.
Kadın-erkek nüfusu ise neredeyse eşit. Türkiye'de 35 milyon 901 bin 154 erkek ve 35 milyon 615 bin 946 kadın yaşıyor.
-NÜFUSUN YÜZDE 75'İ MERKEZDE-
TÜİK verilerine göre nüfusun yüzde 75'i il ve ilçe merkezlerinde yaşıyor. İl ve ilçe merkezlerinde ikamet eden nüfus 53 milyon 611 bin 723 kişi belde ve köylerde yaşayanlar ise 17 milyon 905 bin 377 kişi olarak hesaplandı.
İl ve ilçe merkezlerinde yaşayan nüfus oranının en yüksek olduğu il yüzde 99 ile İstanbul en düşük olduğu il ise yüzde 322 ile Bartın.
-TOPLAM NÜFUSUN YÜZDE 178'İ İSTANBUL'DA-
İstanbul'da 12 milyon 697 bin 164 kişi ikamet ediyor. Bu rakam toplam nüfusun yüzde 178'ine karşılık geliyor.
Toplam nüfusun sırasıyla yüzde 64'ü Ankara'da yüzde 53'ü İzmir'de yüzde 35'i Bursa'da yüzde 28'i Adana'da yaşıyor.
En az nüfusa sahip olan il ise Bayburt. Bayburt'ta 2008 yılı sonu itibariyle 75 bin 675 kişi ikamet ediyor.
-NÜFUSUN YARISI 285 YAŞINDAN KÜÇÜK-
Türkiye'de ortanca yaş 285. Yani nüfusun yarısı 285 yaşından küçük bulunuyor.
Ortanca yaş erkeklerde 28 kadınlarda ise 29. İl ve ilçe merkezlerinde yaşayanların ortanca yaşı 284 belde ve köylerde ikamet edenlerin ortanca yaşı ise 286.
15-64 yaş grubunda bulunan çalışma çağındaki nüfus toplam nüfusun yüzde 669'unu teşkil ediyor. Ülke nüfusunun yüzde 263'ü 0-14 yaş grubunda yüzde 68'i ise 65 ve daha yukarı yaş grubunda yer alıyor.
-KİLOMETREKAREYE 93 KİŞİ DÜŞÜYOR-
Nüfus yoğunluğu olarak ifade edilen ''1 kilometrekareye düşen kişi sayısı'' Türkiye genelinde 93 kişi.
Bu sayı illerde 12 ile 2 bin 444 kişi arasında değişiyor. İstanbul 2 bin 444 kişi ile nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu illerin başında geliyor. İstanbul'u 413 kişiyle Kocaeli 316 kişiyle İzmir 242 kişiyle Hatay ve 241 kişiyle Bursa izliyor.
Nüfus yoğunluğunun en az olduğu il ise 12 kişi ile Tunceli. Yüzölçümü büyüklüğüne göre ilk sırada yer alan Konya'da nüfus yoğunluğu 51 yüzölçümü en küçük olan Yalova'da ise nüfus yoğunluğu 233 kişi

Nef'i için söylenmiş hiciv beyitleri

Klasik Edebiyatımızın XVII. yüzyılda yaşamış önemli şahsiyetlerinden Nefl, devrinde çok dikkat çekmiş bir şairdir. Henüz yaşadığı donemde bazı şairler tararından kaside üstadı kabul edilip hakkında Övgü dolu methiyeler yazılırken, bazı şairler tararından da ilim ehlini hicveden cahil biri olduğu ime sürülerek, ağır şekilde hkvedumiştir. Bu hicivler içersinde şimdiye kadar kimin tarafından söylendiği bilinmeyen bir Farsça beyitte, şairin katlinin gerektiği şöyle belirtilmiştir:
Edebiyatımızda çok bilinen fakat lâ edri (söyleyeni belli olmayan) olarak geçen bu Farsça beyit, İncelediğimiz bir Sihâm-i Kaza2 nüshasında Nef İnin Kafzâde Fliziye yazdığı bir hiciv kıtasından açıkça anlaşıldığına göre, Kafzâde Fâlz! tarafından söylenmiş olmalıdır. Neft, katlini gerekli gören, devrinin önemli şahsiyetlerinden Kafzâde Fâi-zi'ye şöyle cevap vermiştir:
Kâfoğlı nasthatdür işit bu sözi benden
BU rütbe-i 'irfâhunı yârana uhlşma
Zehri katı mUhlikdür ahun bir dahi zinhar i
Eflye ulaş..........Nef İye ulaşma3 '
Klasik edebiyatımızda önemli bir yer tutan hiciv, XVII. yüzyılda, edebiyatımızda hicivlerinden en çok söz edilen Nef tyi yetiştirmiştir. Bilindiği gibi Nefl bu alanda Sihâm-ı Kaza adlı hichr mecmuası île gerçekten birün yapmış, devrin devlet adanılan yanında Nev'izâde Atftyî, Kafzâde Faizi, Mantıki, Nâdiri, Riyazi gibi devrin önemli edebi şahsiyetlerini hicvetmiş ve onlar tarafından hicvedilmiştir. Sihâm-ı Kazanın incelediğimiz bu nüshasında Nef inin hicivleri yanı sıra Nef'lye söylenmiş hicivler, hicvi söyleyen şairin adı altında'toplanmıştır. Edebiyat tarihimizin bazı karanlık noktalarını aydınlatmamıza yarayacak ve bizi şairlerimiz hakkında daha doğru neticelere ulaştıracak olan bu tip eserlerin incelenerek tenkitli baskılarının yapılması ihtiyacı, bu inceleme ile bir kere daha ortaya çıkmaktadır.

Matbaanın icadının önemi - Matbaanın kullanılması

Matbaa Osmanlıya Geç mi Geldi?
Zühdü MERCAN


Matbaa Osmanlı’ya geç mi geldi?” sorusuna muhatap olduğumuzda cevabımız, aceleden verilmiş bir hüküm olarak ‘evet’ olmaktadır. Çünkü ders kitaplarımız ve diğer kültür kitaplarında öyle okuduk. Bunun sebebi olarak da İslam ileri sürüldü. Fakat aşağıda zikredeceğimiz sebeplerden dolayı, bu soruya kolayca “evet’ denemeyeceğini göreceğiz, Bu sebepleri başlıca iki kısımda ele almayı uygun buluyoruz. Fakat önce “Türkler, matbaayı biliyorlar mıydı?” sorusunun cevabını bulmalıyız. Tarihi kaynaklarda bu konu nasıl yer almaktadır?

TÜRKLER MATBAAYI BİLİYOR MUYDU?

Türkler matbaayı Orta Çağ’dan beri bilmektedirler. Bu konuda B. Lewis’ in ifadesi aynen şöyledir: “Bir bakıma matbaa, yüzyıllardan beri Türklerce biliniyordu. (...) (14. yüzyıldan) önceki bir tarihte de Çin sınır topraklarındaki Türk boyları Uzak Doğuda yaygın olan tahta basmanın bir türünü kullanmışlardı.”Matbaayı Türklerin 9. asırdan beri kullandıkları hakkında Y. Öztuna şöyle diyor:

“9. asırdan beri Büyük Türk Hakanlığının Uygur döneminde Türkler, matbaa kullanıyorlardı. 1902’den itibaren arkeologlar, Uygurların bastığı yüzlerce Türkçe kitabı, Doğu Türkistan’da kumlar altından çıkarmaya başladılar.”

14. asırda Çinli, Türk ve Korelilerin, -Uzak Doğuda- kullandıkları klişe baskısı, Hollanda’ya girdi; fakat gelişemedi. 1444’de Gütenberg, bu baskıdan ilham alarak sökülüp takılan harfler kullanmaya başladı. Aslında, bu madeni harfler, ilk olarak 1041’de Çin’de dökülmüştü. Gutenberg buradan almıştır.

Fakat Batılı, matbaayı bulma ve onu geliştirme şerefimi Gutenberg’e maletmektedir. Bu husus, bizdeki bütün kaynaklarda böyle gibidir. Aslında Gutenberg’in ne hayatı hakkında, ne de basımcılığı hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Matbaası hakkındaki bütün bilinenler ise, sadece “kabul”e dayanmaktadır.

“Kitabın Tarihini yazan Labarre, Gutenberg hakkında şöyle diyor: “Bu hayat pek iyi bilinmemektedir.”Yaptıkları hayatından da az bilinmektedir. Ona mal edilen basımların hiçbirinde adres ve tarih yoktur (...), bu ml etmelerin, muhtemel ile şüpheli arasında gidip geldiğini belirtmekle yetinelim.”

Matbaayı Türklerin daha önceden kullandıkları tesbit edildiğine göre, acaba, aynı insanlar bu aletleri daha sonra niçin kullanmadılar? Kullanmamaları için bir sebep var mıydı? Bizdeki bir kısım yerli ve yabancı yazarlar, buna yine “İslam” demektedirler. Bu iddianın yarı resmi yayınlara girdiği hakkında Lewis’ in adı geçen eserine bakılabilir (s.51).

Matbaaya karşı çıkılması ve bunun İslam’dan kaynaklandığı iddiasının doğru olmadığını N. Berkes de itiraf etmektedir.

Ayrıca şunu da ilave etmektedir:

“(...) Bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Matbaacılığa karşı konan sınırlamalar şeriatten değil, Osmanlı Devlet sistemine özgü sınırlamalardan gelmiştir. (...) yi bir gelişme sayılan bu iş “şeriat tarafından engellendi” diyerek yargı vermek kolay, fakat her zaman doğru olmayan, bilime aykırı bir tutumdur.”

A. Kabacalı’ nın ifadeleri daha da açıktır: “Matbaanın açılmasına din bilginlerinin karşı çıktığına ilişkin herhangi bir belgeye rastlanmamaktadır.(...) Özellikle topluma zararlı kişilerin uyarılması için, din kitaplarının basılması gereği üzerinde durulmaktadır. Tersini savunan yazarların hiçbiri, tarihi bir kaynak gösterememektedirler.

Bu hususları kavradıktan sonra, Osmanlı, matbaayı niçin geç kullanmaya başlamıştır? Bunun, batıya ve bize ait sebeplerini incelemeye geçebiliriz.

A-BATI’YA AİT SEBEPLER:

1. Böyle bir iddia, geçmişte ve günümüzde, ciddi boyutlara varan İslam ve Osmanlı düşmanlarının çıkardığı bir iddiadır. İddiayı ileri sürenlerin batıya taraftarlıklarından dolayı hemen ‘evet’ denemez.

2. Yukarıda da bir nebze temas edildiği gibi, tarihe, ilme ve Islama taban tabana zıt bu iddiayı, ilk olarak ortaya atan yazar Thomas F. Carter’dir. Buna karşılık bir başka batılı yazar John K. Birge ise bu iddianın doğru olmadığını belirtir. Yazar bu kanaate, İbrahim Müteferrika’nın eserlerini incelemek suretiyle varmıştır.

3. Türkiye’ye matbaa, bütün kaynaklarda ittifakla kaydedildiği üzere İspanya’dan kaçan Yahudi göçmenler eliyle gelmiştir ve ilk basılan kitap 1494 tarihlidir. Bir başka yazar ise, kayd-ı ihtiyatla, “1481 ‘de İstanbul musevileri arasında matbaa kurulmuştu” der. Sadece bir müşahit olarak, yine bir batılının eserinden bir cümle nakledelim. İfadesi aynen şöyle:

“Matbaacılık sanatı onlarda birkaç asırdan beri mevcuttur. Memlekette mevcut matbu kitaplar buna bir delil teşkil etmektedir (...). Bu kâğıt o kadar incedir ki, yalnız bir yüzüne basmak mümkündür.”

Takip eden seneler içinde, önce Rum azınlık, ardından Ermeniler kendi dilleriyle baskı yapmaya başladılar.

4. Aynı tarihlerde, batıda kurulan matbaalarda Arapça harfli kitaplar basılıyordu. Baskı tekniği zayıf ve tashih eden olmadığı için korkunç hatalar oluyordu. Buna rağmen III. Murad, kendi zamanında batıda basılan bu tür kitapların İstanbul’da satılmasına izin vermişti. Üstelik bu izin yabancılar için verilmişti.

5. Hatta bu ferman, H- 996 (M. 1594) tarihinde Roma’da basılan Kitab-u Tahrir-i Usuli’l-Oklid adlı eserin baş tarafına konmuştur.

6. Bu iddiayı günümüzde dile getirenlerin dayandıkları hayal mahsulü bir fermana göre “baskı işiyle uğraşanların katli” emredilmiş. Fermanın tarihi olarak da 1483 verilmektedir. Su fermanın varlığını iddia edenler de yine batılılardır. Böyle bir ferman olamaz. Çünkü ferman eğer Osmanlı için ise matbaa henüz tarafımızdan kullanılmadığı için mümkün değildir. Diğer milletler içinse, onlara zaten izin verildiği için doğru olamaz.

7. Bu fermandan bahis açanlar, II. Meşrutiyet devrinde çıkarılan Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda yazan Karaçun ve Mystakidis isimli iki gayri müslimdir. Katta onlar bile bunun sıhhati (üzerinde durmamışlardır. Aynı mecmuada Efdalettin isimli bir başka yazar ise, bu fermanın, bir vesikaya istinat etmedikçe gerçek kabul edilemeyeceğini yazmıştır.

Yukarıdaki hükmümüzü tasdik eden bir yazarımız şöyle demektedir : “II. Bayezid’ in basım işleriyle uğraşanlar için idam cezası verileceği yolunda bir ferman çıkardığı, Yavuz Selim tarafından da aynı nitelikte bir ferman yayınlandığı öne sürülmüşse de, söz konusu fermanlar bugüne kadar ele geçmemiştir. Aksine II. Bayezid döneminde yahudilerin İstanbul’da ilk matbaayı kurdukları bilinmektedir.”

8- Matbaa mevzuunu doktora tez konusu olarak işleyen araştırmacı Osman Ersoy, bu ferman bahsinden sonra kanaatini şöyle belirtmektedir: “Gerçekten de böyle bir ferman olsaydı, ortada basılmış hiçbir kitabın olmaması icab ederdi. Şunu da ilave edelim ki, Yahudiler, Türkiye’nin birçok şehrinde kitap bastıkları halde bunların sanatını engelleyen hiçbir fermana şimdiye kadar rastlanmamıştır.”

B-BİZDEN KAYNAKLANAN SEBEPLER

1. Matbaanın yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı sırada, batının bütün devletlerinin genelinin kültür durumu, Osmanlı halkının kültür durumuyla kıyas kabul etmeyecek kadar düşüktür.

2. Osmanlı’da okuma-yazma oranı ve evlerde kitap bulundurma oranı yine batı ile kıyas edilemez.

Hatta, Anadolu insanının evinde bulunan kitaplar, Batıdaki kralların kitaplıklarında bile yoktur.

3. Matbaa gibi yeni sayılabilecek bir icadın o tarihte kullanımı henüz yaygın değildir. Hem kağıt imali yetersiz ve üstelik pahalıdır, hem de baskı tekniği henüz müstensihlerin (nüshayı elle yazarak çoğaltanlar) yazmalarından çok hızlı değildir. Haliyle, tenkid yine yersizdir.

4. Osmanlı gibi bir sosyal devlet sadece matbaayı değil, aynı zamanda halkının sosyal refahını da düşünmek ve işsizlik gibi bir meseleye karşı da tedbir almak zorundaydı. Bir batılı sadece İstanbul’da, rakam mübalağalı olsa da, 90 bin hattatın olduğundan bahsediyor.

Hattatların dışında kitapla ilgilenen sahhaflar, gezici kitap satıcıları, müzehhip-mücellitler (süslemeciler-ciltçiler) gibi diğer sınıf insanlar da hesaba katılmalıdır. Osmanlı, bu insanların aileleriyle beraber teşkil edeceği, yüzbinlerce insanı düşünmek durumundadır. Zaten Celali isyanlarıyla çalkalanan bir ülkede, idarecilerin, yeni bir gaile açmak istemedikleri açıktır. Osmanlı devlet erkanının matbaaya biraz çekimser kalmasında, o sırada Musevi-Katolik ve Ortodoks üçgeninin hasıl ettiği bir karmaşanın da tesiri olmuştur. Şöyle ki:

İspanya’dan kaçan Museviler, Katolikliği kabul etmeyenler veya geçici bir süre için kabul edenlerdir. İstanbul gibi bir yerdeki özgür havayı teneffüs etmeye başlayınca, hemen matbaa tesis ettiler. Kısa zamanda Osmanlı ülkesinde bulundukları her yerde matbaa kurdular. Zira, oradaki Katolikler, burada da vardı. Matbaa ile onlara meydan okunmuş oluyordu. Buna karşılık, Katolik Ermeniler de altta kalmamak için matbaa tesisine gittiler. Bu Ortodoks Rumları tedirgin etti, onlarda kendi matbaalarını kurdular.

Türkiye’de matbaanın ilk olarak yahudiler eliyle kurulduğunu kaydeden A. Adıvar, şu bilgiyi de ilave eder: “1627 yılında bir Rum papazı da bir matbaa kurmuştur. Bu matbaanın bastığı ilk eser, “Yahudiler Aleyhinde Küçük Risale”dir.”

Sabatay Sevi’nin 1684’de İzmir’ de ortalığı ayağa kaldıran “Mesihlik” iddiası, bir başka sebep olarak zikredilmelidir. Bu sebeplerin hepsini değerlendiren N. Berkes sonucu şöyle özetler:

“...Baskı sanatı Osmanlı tarihinde yalnızca bir din sonucu değil, kısmen teknik, kısmen ekonomik, kısmen de siyasal bir sorun olmuştur. Matbaanın açılmasına ulemanın karşı koyduğuna dair hiçbir kayıt yoktur.”

5- Matbaanın Türkiye’ye girmesinin gecikmesini tenkit edenler şu önemli hususu gözden kaçırıyorlar. 0 günün bilinen dünyasındaki toplam matbaalar, 1494 tarihi itibarıyla 30, 1728 tarihi itibariyle de 89 merkezde kurulmuştur.

1494 yılına kadar ülkelerin matbaa sayıları: Almanya 5, İtalya 7, İsviçre 2, Çekoslovakya 1, Fransa 2, Macaristan 1, Belçika 1 , Polonya 1, İspanya 1, İngiltere 5, Avusturya 1, Danimarka 1, İsveç 1, Portekiz l’ dir. Görüldüğü gibi toplam 14 ülkede, 30 merkezde matbaa tesis edilmiştir.

Bu rakamları, 1728 yılına kadar getirirsek 0 takdirde bu ülkelere, ABD, Hindistan, Çin, Meksika, Romanya, Litvanya, Rusya dahil edilmek kaydıyla rakam 89 olmaktadır. Üstelik bunların da 37 tanesi yine Osmanlı sınırları içindedir.

6. Gerçekte Osmanlı matbaa ile ilgilenmiş, hatta bu hususta araştırmalar dahi yapmıştır. Bunu da, İbrahim Müteferrika’nın, devrin sadrazamına yazdığı, matbaanın önemini anlatan “Vesiletü’t-Tıbaa” adlı arızasından öğrenmekteyiz. Yine, onun ifadesiyle, kağıt ve matbaa fiyatının pahalı oluşu, matbaanın geç kullanılmasına sebep olmuştur.

Yine burada, o dönem Osmanlı ülkesinde yetişmiş teknik eleman ve yeterli kağıt üretiminin olmamasını hatırlamak gerekecektir. İlk kâğıt fabrikası İbrahim Müteferrika’nın öncülüğünde Yalova’da kurulmuştur. Gerçi daha önce Amasya’da ve Bursa’da kağıt imalathanesi vardı ise de kağıt üretimi matbaalara yetmeyecek kadar kısıtlıdır, yetersizdir.

Ayrıca bir de gayri müslim insanlara bizim dini eserlerimizin baskısını emanet etmek ne derece doğru olurdu? Osmanlı devleti bu ve diğer bütün ihtimalleri düşünmüş ve ona göre matbaanın gelişmesinde çok fazla teşvikçi olmamış ve bir sosyal patlamayı böylece önlemiştir.

Burada bir hususa daha açıklık getirmek gerekir diye düşünüyoruz. İnsan mizacı gereği her yeniliği önce şüphe ile karşılar ve menfaatine bakan yönüyle değerlendirir. Toplumlar da böyledir. Belli bir geçmişi, yerleşik bir düzeni ve müesseseleri olan her toplum, alıştığı ülfet perdesini kolay yırtamaz ve yeniliklere hemen adapte olamaz. Osmanlı, bunun istisnası değildir.

AVRUPA’DA MATBAAYA TEPKİLER

Avrupa’da matbaaya değişik tepkiler gelmiştir. Batı bu tepkileri gözardı edebilmek için bunları başkalarına maletmekle kendini temize çıkarmayı uygun bulmuş gibidir. Veya yemekte fazla atıştıran kör gibi, karşısındakini de kendi terazisinde tartmıştır.

Mesela, Fransa’da matbaa yaygınlaşmaya başlayınca, kitapları elle çoğaltan müstensihler, bunları parlamentoya şikayet etmişler, onların şikayetini haklı bulan parlamento, bir müddet matbaaları kapatmıştır.

1476’da İngiltere/westminister’ de ilk matbaayı kuran William Caxton, ilk eserini basması üzerine rahiplerin tepkisiyle karşılaşmış ve dinsizlikle itham edilmiştir. Aynı devirde halk, okuma ve yazmaya düşkün olmasına rağmen, idareciler, matbaacılığa karşı daima düşmanca tavır içinde olmuşlardır. 181 6’da İngiltere’de dantel makinesinin mucidi Heatcoat’ ın Loughborough’ daki fabrikası, elle dantel ören işçiler tarafından yakılmıştır.

İtalya da bu tepkiyi gösterenlerden bir diğer ülkedir. Orada da Urbino kralı Federiqo, basılmış kitabı bulunmaktan utanç duyan biridir.

Rönesans, batıda bilgi ve düşüncenin basım vasıtasıyla yayılmasını teşvik etmiş lakin, hemen her zaman gerek kilise ve gerekse devlet, 16 ve 17. yüzyıllarda basımı köreltmeye çalışmıştır. Basım işi, bir kaç idealist sanatkar aile tarafından desteklenmiştir.

1782’de Fransa’da pekli kumaş dokuyan makinelerin icadını Lyon’ lu işçiler kabul etmemişler, bu makineler ve mucidi aleyhinde miting tertip etmişlerdir. Makinayı tahrip etmek isteyenlerin önüne askerlerle zor geçilebilmiştir.

“Görülüyor ki, Batıda muhtelif devirlerde ve çeşitli sahalarda yenilik hareketlerine karşı direnmeler olmuştur. Sonraki yüzyıllarda bile Avrupa medeniyetinin ne kadar müşkillerle ilerlediği ve taassubun ne derece engel teşkil ettiğine dair çeşitli misaller vermemiz mümkündür.

Bütün milletlerde bu tür vakıalar olmuştur ve bunlar da ‘kültür değişmeleri’ açısından normal karşılanmalıdır.

Yazımızı merhum Ziya Paşa’nın hal-i pür melalimizi tasvir eden şu kıtasıyla bitiriyorum:

İsnad-ı taassup olunur merd-i gayura
Dinsizlere tevcih-i reviyet yeni çıktı.
İslam imiş devlete pa-bend-i terakki
Evel oğul idi iş bu rivayet, yeni çıktı.

Fetret Döneminde Meydana Gelen Olaylar nelerdir?

1402

  • Yıldırım Bayezid’in oğullarından Şehzade Süleyman Çelebi Edirne’de ; Mehmet Çelebi Amasya’da ve İsa Çelebi Balıkesir ve Bursa yöresinde padişahlığını ilan etti. Böylece Osmanlı toprakları üç hükümeti bir idare altına girmiş oldu.
  • Timur kuvvetleri , ele geçirdiği Bursa ve İznik’i yağma ederek ateşe verdi ve buradaki halkın büyük bir kısmını kılıçtan geçirdi.
  • Timur , Osmanlıların ele geçirdiği Anadolu beyliklerinin topraklarını eski sahiperine ve varislerine iade etti.
  • Rodos şovalyelerinin elinde bulunan İzmir Kales ve limanı Timur tarafından fethedilerek Aydınoğulları’na verildi.

1403

  • Timur tarafından tutsak edilen Yıldırım Bayezid , Ahşehir’de öldü.

28 Temmuz 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndaTimur’a yenilen Yıldırım Bazyeid tutsak düşmüştü. Bayezid’i demir bir kafesşeklinde kapalı tahtırevana koyarak dolaştıran Timur , Batı Anadolu’ya doğruyürüdü. Timur’un İzmir ve Aydın’a kadar süren bu seferi sırasında Bayezidhastalığı nedeniyle Akşehir’de bırakılmıştı. Yenilgiyi ve Timur’un kendisinekarşı davranışlarını gururuna yediremeyen Bayezidîn hastalığı giderek arttı vetutsaklığının yedinci ayında 8 Mart 1403 ‘te Akşehir’de öldü. YıldırımBayezid’in tutsaklığa dayanamayarak üzüntüsünden öldüğü belirtilse de bir kısımtarihçiler onun , yüzüğündeki zehiri içerek intahar ettiğini ilerisürmektedirler.

  • Timur ve Ordusu , heryeri yağmalayarak ve yakıp yıkarak Anadolu’dan çekildi.
  • Amasya’da hükümdar olan Yıldırım Bayezid’in küçük oğlu Mehmet Çelebi , yönetimleri Timur tarafından Türkmen beylerine bırakılan Niksar , Tokat , Şarkikarahisar ve Sivas’ı kendi topraklarına kattı.
  • Edirne’de hükümdarlığını ilan eden Süleyman Çelebi (Emir Sultan) ile Bizan İmparatoru Manuel Paleologos arasında İstanbul Antlaşması imzalandı. Buna göre ; İstanbul Antlaşması imzalandı. Buna göre ; İstanbul önlerinden Selanik’e kadar uzanan Ege sahil bölgesi ile Varna’ya kadar uzanan Karadeniz sahil bölgesi , Bizans İmparatorluğuna bırakıldı. Amasya’da hükümdarlığını ilan etmiş bulunan Mehmet Çelebi , Sivas yöresini ele geçirdikten sonra Bursa , Balıkesir ve çevresini kendi topraklarına kattı.

Modern tarımla ilkel tarımın farkı - Modern Tarım Teknikleri

Topraksız tarım; her türlü tarımsal üretimin durgun veya akan besin eriyiklerinde, sis şeklinde verilmiş besin eriyiğinde veya besin eriyikleriyle beslenmiş katı ortamlarda gerçekleştirilmesidir Topraksız tarımın amacı; bitkilerin gelişmesini besin solüsyonu yardımıyla sağlamak, bitkilerin besin madde ve su gereksinimlerini stres oluşturmadan karşılamak ve bunu en ekonomik bir şekilde gerçekleştirmektir Topraksız tarım aslında örtüaltı (özellikle seralarda) yetiştiricilikte uygulanan ancak son zamanlarda açıkta da kullanılmaya başlanan bir yetiştiricilik yöntemidir


TOPRAKSIZ TARIMIN NEDENLERİ

Topraksız tarımı gerektiren nedenleri toprak kaybı; toprak yorgunluğu; hastalık, zararlı ve yabancı ot sorunu; aşırı gübre tüketimi; su tüketimi şeklinde sıralamak mümkündür:

-Toprak kaybı: Hızlı nüfus artışı ve bu nüfusun besin ihtiyacının karşılanması için tarım yapılacak toprakların yetersiz kalma ihtimali vardır Çünkü normal tarım topraklarının bulunmadığı çöllerin hakim olduğu ülkelerde; ülkemizin Akdeniz sahillerindeki meyilli-taşlı arazilerde teraslama yaparak taşıma toprakla tarım yapılmaya çalışılan yerlerde; erozyon, çoraklaşma ve tarım topraklarının yerleşim ve turizm alanlarına ayrılan alanlarda bu durumla karşılaşılmaktadır

-Toprak Yorgunluğu: Seralarda aynı ürünün arka arkaya uzun yıllar yetiştirilmesi toprak yorgunluğuna neden olmakta bu ise verimliliği düşürmektedir Toprak yorgunluğuna çözümde, toprak değişimi ve yetiştirilecek üründe değişiklik yapmak (ekim nöbeti) gibi yöntemler kullanılabilirse de; bu tür uygulamalar üreticiler için fazla pratik olmadığı gibi fazla ekonomik de değildir Üstelik modern tarımda alınan tüm önlemlere rağmen, verim ve kalitede istenilen boyutlarda artışlar kaydedilememektedir

-Hastalık, zararlı ve yabancı ot sorunu: Yoğun tarımın yapıldığı ve sürekli aynı ürünün yetiştirildiği yerlerde bağışıklık kazanan ve üretimde önemli sorunlara neden olan hastalık, zararlı ve yabancı otlarla kontrolde modern tarımda ilaçlı mücadele yapılarak ilerlemeler kaydetmiş olmasına karşın tam bir kontrol sağlanamadığı gibi, sağlığa zararlı ilaç kullanımı özellikle dışa ürün satımında sorunlara neden olmaktadır

-Aşırı gübre ve su tüketimi: Topraklı tarım yapılan alanlarda ve özellikle seralarda yoğun üretim girdilerinden birisi bitkilerden daha çok verim ve kalite elde etmek için gübre kullanımıdır Bu durumun ileride gübre açığına ve toprak ile çevrede kirletici etkilerinin olabileceği kuşkularını doğurmaktadır Topraklı tarım yapılan alanlarda, verilen suyun bitkilerce kullanılan miktarını saptamaktaki güçlükler (toprağın derinliklerine sızması ile toprak ve bitkiden buharlaşma ile kaybolması sonucu) nedeniyle bitkileri sulamak için kullanılan su tüketimi topraksız tarımda kullanılanın 4-5 katı olabilmektedir

-Enerji ve işgücü tasarrufu: Topraklı tarımdaki tüm kültürel uygulamalar için işgücü gereklidir Toprağın işlenmesi, ekim-dikime hazırlanması, çapalanması, sulamaya elverişli hale getirilmesi, sterilizasyonu, bitkilerin gübrelenmesi, yabancı ot kontrolü gibi işlemler nedeniyle işgücü gereksinimi bir hayli fazladır Başta traktör ve bağlantı ekipmanlar olmak üzere bir çok alet ve ekipmanın çalıştırılması için bir hayli enerjiye gereksinim bulunmaktadır

TOPRAKSIZ TARIMIN FAYDALARI

Toprağı uygun olmayan yerlerde tarımsal üretim olanağı: Topraksız tarım toprağa bağlı kalmadan yapılabilen bir üretim yöntemi olduğu için uygun olmayan alanlarda da tarım yapılabilir

Erkencilik, verim ve kalite artışı: Dengeli bir beslenme ve bakım olanakları sağladığı için bitkiler erkenden ve daha fazla verime yatar Bitkilere istenilen besin elementi gerekli miktarlarda verildiği için erkenci ve kaliteli ürün alma olanağı vardır


Bitkilerin kontrollü beslenmesi: Bitkilere verilecek besinleri seçmek ve istenilen miktarlarda vermek mümkündür Böylece bitki besleme kontrollü bir şekilde yapılabilir Bitkilere eşit bir şekilde gübre vererek bitkileri eşit düzeylerde büyüme-gelişmelerini sağlamak ve birbirine yakın verim elde etmek kolaylaşır Bazı besinlerin (Mangan, Demir, Çinko, Molibden, Bakır gibi) zararlı etkilerinden kaçılabilir Topraklı yetiştiricilikte bitki beslemede olumsuz etki yapan pH ve Ec gibi sorunların önüne geçilebilir Ayrıca kök çevresindeki ortamda sıcaklık ve oksijen denetimi yapılabildiğinden bitkilerin besinlerden faydalanma performansı olumlu etkilenir


Su ekonomisi ve kontrolü: Topraksız tarımda bitkileri verilen su toprağa sızma yoluyla, suda tutularak veya buharlaşma nedeniyle fazlaca kullanılır Sulama için tarım alanlarında her yıl su karık veya tavalarını oluşturmak gibi işlemlere çok fazla masraf ta gerekir Topraksız tarımda verilen su ölçülebilir olduğu ve kontrollü bir şekilde bitkilere verildiği için fazla israf edilmez ve otomasyona bağlı olduğu için de sulama sistemleri daha az para gerektirir

Enerji ve iş gücünün azaltılması: Topraklı tarımdaki işlemler için gerekli olan işgücünde tamamen teknolojik ve otomasyon sistemleri devreye girdiği için önemli kazançlar elde edilir Daha az enerji sarf edilir

Hastalık, zararlı ve yabancı ot kontrolü: Bitkilerin beslenmesi için kullanılan besin solüsyonu ve yetiştirme ortamı sterilize edilebilir Böylece kökten kaynaklanan hastalıkların önüne geçilebilir Ayrıca yetiştirme dönemi boyunca kontrollü bir üretim söz konusu olduğu için hastalık ve zararlı riski oldukça azaltılabilir Yetiştirme su veya katı ortamda olduğu için yabancı ot sorunu yoktur

ads2